Kıyıları

Derya Kuru

derya kuru

kıyıları

Uçak havaalanına indiğinde tan yeri ağarmak üzereydi. Ayağı toprağa değer değmez yüzüne çarpan sıcak hava, bir an için nefes almasını zorlaştırmıştı. Tanzanya'nın sıcak olduğunu duymuştu ama bu kadarını beklemiyordu açıkçası. Yolcu bekleme alanında, elinde isminin yazılı olduğu kartonu tutan siyahî adamı görünce içi rahatladı. Adama el salladı.

O an yapacağımı yapmaya karar verdim. Üç buçuk yıl, bir aydır evliydik. Evlendim. Evlendim dediğimde inanmıyorlar. Evlendin mi? Sen mi oğlum? Hadi oradan. Evlendim. Yapma birader, yeme bizi. Evlendik yani. Bir oyuna başlamak için bu kadar kararsız olmaya, yıllara, sözlere, nişanlara en azından bana göre gerek yoktu. Karım. Güzel kadın. Çok güzel kadındı. Kar gibi güzel. Yüzüme öyle bir düşüşü vardı ki gözlerimi hep açık tutardım. Tam yüzüme değmeden o kısacık mesafeyi iyi kollardım. Değdi değecek o kısa an. Tüm bu anları güzel yapan o kadın. İnsan karısının güzelliğinden böyle durduk yere bahsetmemeli.

Adam, kendisine el sallayan bu adamın yüzüne dikkatle baktı. Hiç de adam öldürecek birine benzemiyordu. Şaşırdı. Tanzanya’ya gezmeye gelmiş, biraz gezer biraz kavrulur, gezmekten yorulur zengin turistlerden pek bir farkı yoktu. Yerinden kıpırdamadı. Sallanan ele karşılık bir el de sallamadı. Zira var olan tek eli ile yolcunun ismi yazılı tabelayı tutuyordu. Tabelayı sallamak çok anlamlı gelmedi. Olamayan sadece eli de değildi. Olmayan elin olmayan kolu da vardı. Yolcunun ise kendi ismi yazılı tabelayı tutmuş tek eli havada bekleyen adamda, fark ettiği ilk şey, adamın diğer kolunun olmayışı değildi.

Konuşmadık. Yüzündeki ciddi ifadeyi hiç değiştirmedi. Tabelayı indirdi. Tabela ve tabelayı tutan tek eli doğal olarak vücudunun aynı tarafındaydı. Sağ tarafındaydı ve ben sol tarafının biraz arkasında yürüyordum. Bir taksi çevirdi. Şoförün yanına oturdu. Kapıyı açarken - bu kendi oturacağı koltuğun kapısı oluyordu - bana baktı, hızlıca yüzümden elimdeki çantaya indirdi bakışlarını. Küçük boy valiz gibi duran sırt çantamın bagaja girmesine gerek olmadığına, yanıma yerleştirmemin beni rahatsız etmeyeceğine - eğer benim rahatımı düşündüyse bu söylediğim bir anlam kazanırdı ve bu esnada nereye gideceğimizi, ne kadar yol gideceğimizi de bilmiyordum - karar vermiş olmalıydı, bakışlarını valizimden kaydırıp kapısını sonuna kadar açmayıp ince ve tek el vücutlu, bu eksik parça, vücutta eksik ama varlık olarak yine vücutta askıda duran ama görünmez olan bu daha büyük parça ile koltuğa yerleşti. Arka kapıyı açıp, çantamı oturacağım koltuğun yan tarafına bırakıp, onun oturduğu koltuğun arkasına yerleştim.

Şoför havalimanından çıkana kadar taksinin içinde kimse konuşmadı. Çıkışa yakın, yol güzergahı sebebi ile olmalı nereye gideceğimizi sordu ve adam tek kelime ile cevap verip Darüsselam’a dedi.

Cevabı işitince neden bilirim yüzümde salak bir tebessüm oluştu. Cennete ha? Demek cennete gidiyoruz. Cennete giderken yanımda götüreceğim iki insandan ikisinin siz olacağını sanmıyorum. Olmayan elin ve olmayan kolu, elini boynuma atmış. Hadi oğlum yine iyisin. Dört ayak üstüne düştün bak yine der gibiydi. Olmayan elin olmayan kolunu boynumdan çekip ittim ve başımı kaşırmış gibi yaptım. Darüsselam benim nazarımda cennetti. Tanzanya’da ise sıradan bir liman. Sıradan bir limanı sıradanlıktan çıkaran şey de ona verilen isim ve bu ismin anlamı mıydı Bu soruyu henüz görmediğim bu limana (varmadan) g cevaplamak istemiyorum. Uzun bir yolculuktan sonra – tuvalet ihtiyacını gidermek için herhangi bir yerde durmamıştık ve uzun zamandan beri sıvı bir şey tüketmemek durduk yere sevinmeme sebep olmuştu – karşıda İstanbul’un Haliç’i gibi beliren çıkıntıyı fark ettim. Bu çıkıntı, limana yaklaştığımızı ve yakında bu sessiz yolculuğun biteceğini gösteriyordu.

Tuvalete bile uğramadan cennete mi gelmiştim yani. Hadi oğlum, yeme bizi. Hem de onunla mı evlendin? Hem de onunla evlendim. Çok güzeldi. Evet. Durduk yere bahsetmeyecektim. Gördüğüm güzellik karşısında hissettiklerimi anlatamam. Ölenlerin, ölemediklerini, ölmemeleri gerektiğini anladıklarında, benimle cennete gelen bu iki adam ne düşüneceklerdi? Bunu bilecekler miydi? Bunu bilebilir olabilirler miydi? Herkesin kendi öl’leri vardı. Onların öl’ü, benim öl’üm ve diğerlerinin öl’leri. Öl’üm, öyle geniş bir şeydi ki herkesin öl’ünü toplayıp kendime ölüm yaptım. Ölümün olan kolunun olan eliyle tokalaştım. Cennet demek, geniş tabandan yarılmış, çentik bir vadiye denizden dolan gözyaşı. O kısacık mesafe. Çok güzeldi evet. Aşkın bedeli aşk ile ödenirse, güzelliğin bedeli de güzellik ile ödenirdi. Artık cennete de vardığına, bedel ödemenin bir anlamı kalmadığına, yaşamanın başlı başına ödenen bir bedel olduğuna, buna iyice ikna olduğuna, hatırlayacağı kısa ama güzel anlar olduğuna, resmen var olduğuna, kimilerinin çıkışı olmayan bir labirenti olduğuna, onun yaşamın ta kendisi olduğuna, inişleri, çıkışları, yokuşları olduğuna ve aşk olduğuna yemin edebilirdi.

Kapılar açıldı. Önce kolu olmayan adam, sonra şoför indi. Ben inmedim. İnecek gibi kımıldandım ve aynı hızda öne sıçrayıp kimse ne olduğunu anlamadan, aracı çalıştırdım ve son hızda geri gittim. Geri’nin bütün yolları açık, dümdüz ve engelsizdi. Kıyıları görünmeyecek kadar yol alınca, durdum. Karımı öldüren elin eldivenini cebimden çıkarıp, elime geçirdim. Şu beni ben yapan çıkmazımla, eldivenli elime çenemi yaslayıp seyrettim ölümümü.

Kapılar açıldı. Önce kolu olmayan adam ve tabelası, sonra şoför indi. Akabinde ben ve sırt çantam indik. Cennet serin ve ışıltılıydı. Bana fark ettiğim o ilk andaki gibi baktı ve yanıma doğru yürüdü. Gözümü gözlerinden ayırmadım. Yanımdan geçerek ardımdaki cümlenin boşluğuna ismimin yazılı olduğu tabelayı yerleştirdi.