Bir
“Ucunu bük. Heh eğil azıcık. Sıkı tut. Bir, iki, üç, dört, beş. Tamam öbür tarafı çevir. Öyle değil öbür ucundan. Heh çırp şimdi. Bir, iki, üç, dört, beş.”
Yok yok saymayı öğrenmiyoruz. Annem her şeyi sayarak yapar da… Sanırım obsesif bir durum bu artık. Hmm ne zaman başlamıştı…
Galiba gözleri eskisi kadar iyi kesmeyen dedem için otuz üçlük, doksan dokuzluk tesbihler dizdiği zamanlar. Gerçi evvelinde de sürekli mırıl mırıl bir şeyler saydığını hatırlıyorum: Bakkala giderken geçtiği yolun parke taşları, her gün denizlikteki kırıntılarla yemlenen kumrular, misafirliğe gelen halamın ağzına götürdüğü lokmalar -halam bu yüzden hiç affetmedi annemi.
Malumunuzdur, valide hanımlar kış hazırlığında pek telaşlı, asabi ve çıtkırıldım olurlar. Halı çitilerken yahut da dut veya domates kaynatırken, hangi hareketinizin öfke dumanlarını tepelerinden attıracağını bilemezsiniz. Bütün bu meşakkatli süreci annem için katlanılmaz kılan şeyse, elinden geçirdiklerini, neyi kaç kez yaptığını saymadan edememesiydi.
-Aynur!
-Ne var Aynur, Aynur. Sabahtan beri yirmi üç kez Aynur.
Babam oturma odasından bağırıyordu.
-Noldu bu kumandaya, çalışmıyor yine?
-Evin işiyle mi uğraşayım, senin kumandanla mı? Git bak şu babana, akşam oldu daha bir iş yapamadım.
İki
“Bak oğlum, bunları sana öğretiyorum ki, baban gibi gamsız olma. Şimdi bana, ilerde eşine yardımcı ol. Burada tam yüz yirmi dokuz tane bamya var. Rahmetli anacığım derdi ki - Allah rahmet eylesin: ‘Fenafillaha ulaşmak istiyorsan bir kilo bamyayı hakkıyla temizle.’ Ama sen şimdilik şunlarla talim yapsan yeter, bir, iki, üç, dört, beş.”
Annemin önüme koyduğu bamyaları, kısa bir bıçak kullanarak acemi dokunuşlarla temizlemeye çalışıyorum. Annem kendininkiyle birlikte, kaçamak bakışlar atarak benim hamlelerimi de sayıyor. Bu hâli bana dedemle babamın her an hararetlenmesi mümkün sohbetlerindeki temkinli halini hatırlatıyor. Evvel-ahir, dedemin ihtiyar haline bakmadan, elindeki camlı kafesle esans, misk, tesbih, cevşen satmaya çıkması babama, babamın akşama kadar o evlilik programı senin, bu müzik kanalı benim evde pineklemesi dedeme dert olmuştur.
-Hanım, bak bamyaların kellesini fazla alıyorsun.
Annem önce babama, sonra bana, en son parmaklarının ucunda tuttuğu bamyaya baktı. Saniyenin kesrinde, “inşallah sayısını unutmamıştır,” diye aklımdan geçirmiştim ki, gözleri uğradı. Babama merhamet dilenir gibi bakarken, babam hazırlanmış bir kahkaha atarak müzik kanalına geçti. Spotun altındaki solist, abartılı bir duygusallıkla, feryat figan şarkı okuyordu.
-Kız kendini paralıyor nerdeyse, nerde Gülden Karaböcek, nerde bu ağlak yeniyetmeler.
Annem çanağa attığı kel bamyaları baştan sayıyordu.
Üç
Kepçeyle kazandaki paçalı karıştırırken annem beşinci kütüğü ateşe sürdü. Sekide oturmuş bizi izleyen Fidan Teyze, kepçeyi elimden alıp, paçalın aldığı yeni kıvam için farklı bir demo vermeye başladı. Tam o sırada dedem iki büklüm halde köşeyi döndü. Koşup, yere yığılmak üzereyken koluna girdim. Zar zor nefes alıyor, “bi şeyim yok,” demeye çalışıyor, adımlarını şaşırıyordu. Yatağına yatırdığımızda göğsünde birikmiş nefesini bir seferde koyuverdi. Dilaltı hapını ağzına aldıktan sonra, dudaklarını büzüp burnundan hırıltılı nefesler alıp vermeye başladı.
O gece dedemin odasında kalmak istedim. Annem, “Bir şey olmaz oğlum, ilacını evde unutmuş sadece,” dese de belki bir ihtiyacı olur diye direttim. Korktuğun şeyi yoklamak, olacak olana engel olmasa da insana güven telkin ediyordu. Dedem -Allah gecinden versin- vefat etse bile, ben onun yanındayken, felaketin kapıyı çalacağı dakikayı kollarken olmalıydı. Mademki yürek haşlanacak, soğuk suda olmalıydı bu.
Dört
Annem helvaya tam dört yüz yirmi beş fıstık attı.
Dedem vefat ettiği gece, annemin bu sayma itiyadının nereden geldiğini anlattı bana. Annem henüz okuma yazma öğrendiği sırada eve bir televizyon alınmış. Ekranda izledikleri ilk program, siyah derili, böyle göbekleri balon gibi şişmiş, son derece cılız ve yarı çıplak insanların açlıkla mücadelesini işleyen bir belgeselmiş. Bu halk öyle fakirmiş ki, bir annenin beynelmilel yardımlar sayesinde edindiği bir avuç pirinç, çocuklara sayıyla pay ediliyormuş. Gözü dünyaya açılmamış olan annem pürdikkat bu manzarayı izlerken, anneannem “Nasıl vereceğiz bu kadar nimetin hesabını?” diye iç geçirmiş. Dedem diyordu ki, o günden sonra annem yediğini içtiğini sayar olmuş. Fakat zamanla bu, hesabı verilecek şeyleri saymayı da içeren bir takıntı haline gelmiş. Bir zaman sonra, geceleri mum ışığında gizli gizli servetinin kuruşluk küsuratını sayan tüccarın hassasiyetine dönüşmüş bu.
Annem kaselere kepçeyle helva doldurup tepsiye diziyor. Kapı kapı dolaşıp, her birinde beş fıstık bulunan helva kaselerini mahalleye dağıtıyorum.
Beş
“Yazdın mı hikayeni?”
“Yazdım anne, dört bölüm oldu.”
Hikaye yazmaya başladığım sıralarda, annem bir eylül sabahı yakılan kitaplardan kurtardığı üç beş Borghes kitabını önüme koydu. Kendine de bir misyon belirleyip, tıpkı Borghes Efendinin annesi gibi yazdıklarımı okuyup beni yönlendirmeye başladı. Yazdığım hikayelerde hoşuna gitmeyen yerleri kırmızı kalemle çiziyor, sonra gözüne çarpan bu kusurları tek tek izah ediyordu bana.
“Bu giriş cümlelerini kimden apardın?”
“Sadece esinl…”
“Esinlenme değil bu, düpedüz intihal. Ben sana böyle mi öğrettim?”
“...”
Ciğerci peşkirine dönmüş kağıda tekrar göz atıyor.
“Bak oğlum, hikaye yazacağım diye aile içindeki meseleler öyle sereserpe anlatılmaz. Bu halanla ilgili kısmı sil. Ayrıca anneye asabi falan da denmez.”
Sansürcü gözleri babamla ilgili söylediği sözün geçtiği yere gelince iyice büyüdü.
“Burayı da sil, baban duyarsa bunu sorarım sana. Ayrıca sonraki paragrafta geçen cümleyi de sil. Babanla deden çok iyi anlaşırlardı hem.”
“Anne sen inanıyor musun bu dediğine?”
“Burayı sileceksin.”
“...”
“Bir de anneyi cimri tüccara benzetmek de ne? Teşbihin kutsala toslamamalı.”
“Annee…”
“Dur bakayım kaç cümle yazmışsın, bir, iki, üç, dört, beş,...”