Cem-i Ezdâd Çırağı

Hacer Noğman

Bu haftaki konuğumuz yıllar önce başlattıkları yardımlaşma hareketiyle, ama daha çok fiyaskoyla neticelenen “Semra Yıldız’la babası Kerim Usta’yı buluşturma” eylemleriyle mahallemizin gündemine oturan Yeşil Ceketlilerin kurucusu Faik Abi. Mahallemizin yerel bülteni Aydoğan Post adına kendisiyle görüşmek için sabah erkenden Yıldız Matbaası’na gittim.

Aydoğan Abi’nin çok zaman önce yaptığı, aslını yansıtmak gibi derdini bir kenara koyun, mecmuası yok satsın diye üstüne eklemeler yaptığı habere söylene söylene yürüyordum. Kendi kendime konuşurken etrafımda bana çevrilen başları pek de umursamadım. Onlar da ‘Çırak Mustafa işte!’ deyip çevirmişlerdir o çok mübarek başlarını. Hiç mi kendi kendine konuşan -ustasının yalan haberine söylenen- insan görmemişler acaba?

Matbaanın boyası silinmiş, önceki boyası ise görünmemek için pek de çaba sarf etmeyen kapısının kolunu ittirdim. Kapı, gıcırtı eşliğinde kapanırken mürekkep kokusu ile saman kâğıdının kokusu kol kola girmiş, beni selamlıyordu. Aleykümselam, aleykümselam. “Ooo, hoş geldin Çırak Mustafa!” dedi Faik Abi. Herkesçe bilinen adım yalnızca Mustafa değildi, Çırak Mustafa’ydı. Zaman zaman bu lakaptan ne zaman kurtulacağım düşüncesi zihnimde peyda olsa da, şu matbaanın kapısından içeri girdim mi, Faik Abi’nin o mürekkep bulaşmış ellerini, yüzünü gördüm mü, üstüne bir de ‘Çırak Mustafa!’ dedi mi, işte, işte o zaman bu lakap üzerime yapışıp kalsa da olur, diye düşünürüm. Öyle bir adam işte Faik Abi. Nasıl mı, anlatmaya devam edeyim.

“Hoş buldum Faik Abi.” Eskimiş bir bezle elindeki mürekkepleri temizlemeye çalışırken yüzünü işaret ettim. “Abi, yüzüne de mürekkep bulaşmış.” Bez olan elini boş ver der gibi salladı. “Gel bir çay içelim.” Kendi çırağını iki çay alması için yan sıradaki kahvehaneye gönderdi. Çıraklığım fahri olarak düşüyordu bu durumda; hem ustamın vekili olarak buraya gönderilmiştim hem de bir başka çırak bana çay getirmek üzere dükkândan ayrılmıştı. Faik Abi’yi takip edip ahşaptan sandalyeye oturdum. Onunla karşılıklı otururken iyice yaslandım sandalyeye, adımın önündeki ibare tamamen silinmiş gibiydi. Yüzüme o tek tarafa yayılan gülümseme yerleşti. Faik Abi adımla seslenmeseydi, an işiydi kolumu sandalyeye koyacaktım. Kendine gel oğlum. Az edepli dur, karşında askerlik arkadaşın yok, Faik Abi var.

“Çıraklık nasıl gidiyor?” dedi önündeki mecmuaları üst üste dizerken. “İyi gidiyor abi. Biraz yoruluyorum ama olsun. Babamın ağzını dinlemekten iyidir.” Faik Abi’nin gözleri büyüdü, utandım. Öyle demek istemedim der gibi dikleştim olduğum yerde. “Ya-yani bu iş de olmasa evde yan gelip yatacaktım. Babamın daha çok gözüne batacaktım. Bir ihtiyacım olsa babamdan para isteyecektim falan, iyi oluyor yani.” Öyle hızlı konuşmuştum ki göğsümün hızlı hızlı kalkıp indiğini sonradan fark ettim. Faik Abi bunun üzerine bir şey demedi, mecmuaları dizmeye devam etti.

“Haftalık basımları alman için Aydoğan mı yolladı seni?” Bunu derken ayaklandı. Saydığı mecmuaları bir köşeye bıraktı. Hemen arkasındaki basım makinesinden çıkan saman kâğıdı tomarını yüklenip önümüzdeki masaya bıraktı, yerine oturdu. Asıl niyetim bu olmamakla birlikte yan niyetimi kullanarak “Evet abi, bu haftaki basımı almam için gönderdi.” dedim. Diliyle parmağını ıslatıp kâğıtları saymaya koyuldu. Her on beşte saydığı kâğıtları ayırdı. İlk on beşi uzunlamasına koydu. Sonraki on beşi, uzunlama on beşin üzerine, enlemesine koydu. Böyle böyle tomar kâğıtlar tekrar bir yığına döndü. Bu süre zarfında pek konuşmadık.

Faik Abi, ustama, Aydoğan Abi’ye biraz kızmıştı sanki. Uzun zamandır yanına uğramayışını dert etmiş olabilirdi, diye düşünüyordum. İhtimaller silsilesi zihnimde sıraya girmişti. Öyleyse bile haklıydı adam. Bizim Aydoğan Abi pek düşüncesiz biri, aklı fikri kârında. Ne hâl hatır bilir ne de vefa. Faik Abi’ye sorsam ağzından cımbızla, tek kelime dahi çıkaramazdım. Ne esas adam be, dedim içimden. Boşuna Yeşil Ceketlilerin kurucusu olmamış. Gerçi Yeşil Ceketlilerden de kimse kalmamış etrafta. Herkes memleketin bir köşesine dağılmış diyor ahali. Bir Faik Abi kalmış işte. O da zararına, ama aslında hayrına, iş yapıyor burada. Nasıl katlanıyor bu insanlara acaba. Hele benim ustam gibi birine, şaşıyorum. Dahası, bugün buraya gelme fikrimi ona açarsam ne tepki verir bilmiyorum. Şu mübarek adama bak, işinin ehli olduğu o kadar belli ki. Üst üste dizdiği on beşlik saman kâğıtlarını önündeki dikiş makinesine yerleştirip özenle dikiyor. Sarkan iplikleri de ufak makasıyla temizliyor, mecmua pürüzsüz bir hâle dönüşüyordu. Maşallah be. Bu titizlikle çalışan adama nasıl derim ‘ustam fiyatı düşürmeni istiyor’ diye. Vallahi ağzımı açamam. Şu kapıdan girene dek oluru vardı ama şimdi mümkünatı yok.

O sırada Faik Abi’nin çırağı kapıyı gıcırdatarak içeri girdi. “Çaylar geldi usta.” Tek eline oturttuğu iki çay tabağıyla havalı havalı yanımıza geldi. Havası banaydı. Ben de çırağım ya hani. Yaslandım sandalyeye, çayıma şekeri attım ve karıştırdım.

Faik Abi dikiş işinin sonuna yaklaşmıştı. Aydoğan Abi’nin dediğini söylemeli miydim, diye düşündüm. Ulan kapıdan girene dek magazinci gibi dolanıyordun sokakta, şimdi n’oldu? Kendime kızmaya başladım. Oturduğum yerde kıvranıyordum. Yok bu haftanın konuğuymuş da, Semra Yıldız’la babasını buluşturmuş da… Hani şimdi bir şey diyemiyorum? Dilim lâl oldu. Ulan Aydoğan Abi, sen yok musun sen. Şu adama hiç mi merhametin yok, tüh sana. İçimden konuştukça yüzüm şekilden şekile giriyordu. Kendime hak verdiğim anlarda kaşlarım kalkıyor, bir elimi dizime yerleştirip çayımı yudumluyordum.

Faik Abi son mecmuayı da diğerlerinin üstüne koyup sırtını eskimiş mindere yasladı. “Eline sağlık Faik Abi.” dedim. Gülümsedi, “Eyvallah.” dedi. Onun bu nahif tebessümü karşısında Aydoğan Abi’nin dediklerini unutma kararı aldım. “Söyle aklındakini, uğraşıp durma onunla.” Çay bardağına sabitlenen gözlerimi Faik Abi’ye çevirdim. Estağfurullah çektim içimden. İçimi de görüyor olamazdı.

Geveleyerek “Faik Abi, sizin şu Yeşil Ceketliler takımı,” dedim yarım yamalak. Bir an duraksadım, ne diyeceğimi düşündüm. “sadece sen mi kaldın, diğerleri nerede?” Öylesine çarpık çurpuk konuşmuştum ki, aklımdakinin bu olmadığını anlamamış olması çok düşük bir ihtimaldi. Soğumuş çayını tek nefeste içmek için kaldırırken gözlerini evet anlamında yumdu. Konuşacak bir şey kalmamıştı, cevabımı almıştım. Ama o almamıştı, bakışlarından belliydi. “O zaman ben alayım mecmuaları, götüreyim Aydoğan Abi’ye. Hem daha dağıtılacak bunlar.” Ayaklanıp mecmuaları yüklendim. Kapıdan çıkarken ardıma bakıp “Faik Abi ücreti hallederiz inşallah.” dedim. Gözlerini tamam der gibi yumup “Allah’a ısmarladık.” dedi.

Toprak yolda ayaklarımı sürüklerken kendime kızmaya başladım. Ulan Aydoğan Abi, sen yok musun sen, beni düşürdüğün şu hâle bak. Allah’ın meymenetsizi. Ulan bu adam daha ne yapsın sana. Piyasanın fiyatından haberi yok mu bunun? Ulan şeytan diyor ki şu mecmuaları at nehire gitsin. Faik Abi’nin emeklerine yazık, o kadar uğraşmış. Aydoğan Abi’nin yüzüne fırlatsam, yine Faik Abi’nin emeklerine, mecmuanın sayfalarına yazık. Çok pis kinlendim sana Aydoğan Abi, çok. Oğlum Mustafa, sen ilk önce karar ver, Aydoğan mı, Aydoğan Abi mi?

Dükkânın önüne geldiğimde hiçbir şey yokmuş gibi içeri girdim. Havam fos diye inmişti. Ne sesim çıkmıştı ne de Aydoğan Abi’ye karşı ters bir hareketim olmuştu. Aydoğan Abi de fiyat meselesini konuşup konuşmadığımıza dair hiçbir şey sormamıştı. Yoğunluk vardı, gelen giden derken beni fark etmemişti bile. Benim de işime gelmişti. Erkenden çıkıp babamın yanına gittim. Böyle böyle dedim babama, anlattım her şeyi. Çalışmak istemiyorum dedim Aydoğan Abi’nin yanında. Babam da ne diyecek, saçmalama, kolay mı insanlarla geçinmek, ben kaç yıldır esnafım görmüyor musun, nasıl sabrediyorsam sen de sabretmeyi öğreneceksin, bu kadar çabuk pes etmek sana yakışmaz, falanlar filanlar. Bu konuşmadan çıkardığım nihai sonuç, insanın mutlaka bir yerde pes edecek olmasıydı. Ben de bugünü seçmiştim. Ama babam tarafından kabul görmemişti. O zaman ben de başka bir gün pes ederim.

İşten erken çıkmamın rahatsızlığı, ama daha çok yevmiyemin helal olacağı konusundaki şüphelerim beynimi kemirirken evin yolunu tuttum. Ellerim ceplerimde, adımlarımı yere sürterek tozu toprağı kaldırıyordum. Nihayet eve vardığımda siyah fileli ayakkabılarımdan içeri giren, ayağımı gıdıklayan toz tanelerini temizlemek için ayakkabılarımı kapının eşiğine vurdum. Annem seslendi içeriden. Sen mi geldin bey, oğlum sen mi geldin, ses versenize, derken yanımda bitiverdi. “Oğlum ne yaptıııın?! Her yeri toz içinde bıraktın, nerden geldin böyle Allah aşkına? Çıkar çoraplarını, halıya sakın basma, bekle.” Uzattığı terlikleri giyip içeri girdim.

İçimdeki huzursuzluk derin iç çekişlerime sebep olurken buna sebep olan şeyi kafamda netleştiremiyordum. Babamın işten ayrılmama izin vermemesi mi, Aydoğan Abi’nin bu düşüncesiz tutumu mu? Annem bir müddet başımda dikilerek neden erken geldiğimi, bir sorun mu olduğunu, moralimin niye bozuk olduğunu sorup durdu. Başım ağrıyor diye onu eğledim. Ama anneler eğlenmezdi, onu unutmuşum.

Hava kararana değin namaz kılmak dışında yatağımdan kalkmadım. Akşam olunca salona geçtim. Babamla öyle çok bir şey konuşmadık. Hâlimde bir tuhaflık olduğunu sezmiş, bu sezmişliği bana belli etmemeye çalışıyor ama başaramıyordu. O, bunu anlamadığımı sanıyor, umursamaz bir tavır takınıyormuş gibi yapıyordu. Babamın bu ‘gibileri’ beni güldürüyordu. Annem ise umarsızca bana bakıyor, bu hâlini gizlemeye çalışmıyordu. Tek kelâm dahi etmiyor, arada babama kaş göz yapmakla birlikte onun bir şeyler bildiğini biliyor ve bir şeyler duymak istiyordu. Ben yanlarında olduğum müddetçe benimle ilgili hiçbir şey konuşmuyorduk.

Gece yarısına doğru dış kapı çalındı. Henüz yeni geçtiğim odamdan çıktığımda babamın hızla ceketini giydiğini görünce bir şeylerin ters gittiğini anladım. Ayakta, eliyle ağzını kapatan anneme ne oldu der gibi baktım ama yanıt vermedi. Babam ayakkabılarına hızlıca giyip çıktı. Ben de peşinden hemen çıktım.

Babam dur durak bilmeden ilerlerken ancak koşar adımlarla ona ayak uydurabiliyordum. Bizim dükkânın önüne geldiğimizde babam yavaşladı. Zar zor ışık veren sokak lambalarının aydınlattığı zemindeki görüntüden anladığım kadarıyla, bir de demir kokusu mevcuttu tabii, yerde kan vardı. Babam elini alnında gezdirirken “Tüh!” dedi. “N’oldu baba?” dedim. Şimdiye değin bu soruyu çoktan sormam gerekirdi, siz de böyle düşünüyorsunuzdur. Ama niye sormadım, inanın hatırlamıyorum.

Babam tekrar sessizliğe bürünüp hareketlendi. “Baba Aydoğan Abi’ye bir şey mi oldu?” dedim tedirginlikle. Cevap vermedi. Gözlerimi devirip onu takip ettim. Çok geçmeden hastaneye vardık. Birine bir şey olduğuna kesin kanaat getirmiştim. Aslında bu neticeye daha önce varmıştım. Ama neticenin kendisiyle karşılaşacağım gerçeği tüm hakikatiyle, hastanenin o ilaç kokusuyla birleşmiş, karşımdaydı. Acilden girip danışmaya bir şeyler söyledi babam. Anladığım tek şey ‘Aydoğan’dı. İçime bir soğukluk düştü o an. Yutkunup babamı takip ettim. Uzun koridorda ilerleyip müşahede odası yazan yere girdik. Aydoğan Abi upuzun yatıyordu. Size yalan söyleyemeyeceğim, o an, ‘ulan adamdan helallik alamadan öbür tarafa gitti,’ diye düşündüm. Onu düşünürken Aydoğan Abi’nin hareket ettiğini fark ettim. Derin bir nefes çektim. İlaç kokuları da bana mısın demedi, öyle bir ferahlama geldi.

Mahallenin ağababası sayılan Muharrem Bey’in aleyhinde haber yapmış da, onun adamları gelip bunu bıçaklamış da, falan filan. Aydoğan Abi olayı anlatırken ‘reva sana’ deyiverdim içimden. O sırada polisler içeri girmişti. İfadeydi, şahitti derken gecemizin yarısı hastanede diğer yarısı da karakolda geçti. Hastaneye bizden başka ahali de gelmişti fakat polis geldiğinde birkaç kişi olduğumuzdan işlemleri bizimle sürdürdüler.

Aydoğan Abi’nin başına böyle bir iş geleceğini az çok tahmin ediyordum. Aksi, huysuz bir adamdı. Ağababalara kafa tutar, Faik Abi gibi mazlumları, mazlum dediğime bakmayın, lafın gelişi, istediği gibi oynatmak isterdi. O gece sabaha karşı babamla karakoldan eve dönerken bu düşündüklerimi babama da anlattım. Faik Abi’nin ne zamandır Aydoğan Abi’yi alttan aldığını, zamanında Semra Yıldız’la babası Kerim Usta’nın buluşmasının bir fiyasko ile neticelenmesine sebep olanın Faik Abi’nin sağ kolu olan Hasan Abi’nin değil de, Yeşil Ceketlilerin kurucusu olan Faik Abi’nin sebep olduğunu yazdığını, üstüne üstlük bunun basımını Faik Abi’ye yaptırdığını… Eve gidene kadar konuştum da konuştum. Anlayacağınız Aydoğan Abi’de alacak günah bırakmadım.

O günden sonra ne ben ayrıldım Aydoğan Abi’nin yanından ne de o Faik Abi’ye karşı tavrını değiştirdi. Aydoğan Abi nefis törpüsü oldu benim için. Ben ise Çırak Mustafa olarak yanında kaldım. Ne vakit kafamı dinlemek istesem basımla ilgili bir meseleyi bahane eder, Faik Abi’nin yanına koşardım. Kapıdan girerken hakikati tüm çevre efrat tarafından bilinen o meseleyi naralardım: “Semra Yıldız’la babası Kerim Usta’yı buluşturma eylemleriyle mahallemizin gündemine oturan Yeşil Ceketlilerin kurucusu: Faik Abi, selamünaleyküm!”

Hacer Noğman

Haftanın Görevi➤ Öyküyü yazacak üye, bir başka üyenin geçmiş haftalarda yazdığı bir öyküsünün girişini kullanacak:

*Bu haftaki konuğumuz yıllar önce başlattıkları yardımlaşma hareketiyle, ama daha çok fiyaskoyla neticelenen “Semra Yıldız’la babası Kerim Usta’yı buluşturma” eylemleriyle mahallemizin gündemine oturan Yeşil Ceketlilerin kurucusu Faik Abi. Mahallemizin yerel bülteni Aydoğan Post adına kendisiyle görüşmek için sabah erkenden Yıldız Matbaası’na gittim.* (Yakup Karahan’ın metni.)