Sabreden Derviş Sabrede Sabrede Patlamış

Emine Ecran Şenel

Bir, iki , üç…..Saydım tam on sekiz kürekte doluyor bir kova. Dolduruyorum, boşaltıyorum. Tam 2 ton kömür. Aylardan Şubat. Rahmetli babam derdi ki “Yağmur yağmadan alacaksın odunu, kömürü. Üstüne yağmur değdi mi iflah olmaz o kömür. Yaz bitmeden de almak olmaz ha. Erkek adam bilir zamanını. Yığacaksınız bodruma. Oh mis. Kış vız gelir tırıs gider.”

(Yasemin Horzum’un hikâyesinden)

Kovayı doldurdum. Kömürlükten alıp eve getirdim. Ben sobayı yakmaya çalışırken hanım bana yan yan bakarak homurdanıyordu. Yine ne yapmıştım? Her zaman homurdanmasını gerektirecek ne yapıyordum? Bilmiyorum. Galiba benden nefret ediyor. Nefretini kazanacak ne yaptım onu da bilmiyorum. Bir kere sevgiyle bakmadı bana. Bir kere takdir etmedi. Allah razı olsun demedi bir kere, hiç teşekkür etmedi. Ama ben en başında dedim “Bu kız beni istemiyor, almayalım,” dedim. Dedim de kim dinler beni. Ben kimdim ki sözüm olsun. Ben var mıydım da kararlarım olsun. “Her şey vaktinde gerek,” dedi rahmetli babam tıpkı kömürün yaz bitiminde yağmur yağmadan alınması gerektiğini söylediği gibi. “Evliliği geciktirmek olmaz,” dedi. “Tamam,” dedim. Başka bir şey diyemedim. Ataya tamamdan başka şey denmezdi zaten. İtiraz edilmezdi.

Bizde hayat hep belli kurallar çerçevesinde yaşanıyordu. Ama kader kurallara göre tecelli etmiyor. Bak, kömürü yağmur yağmadan aldım da ne oldu? Yanmıyor lanet. Kömür değil demir mübarek. Evliliği de geciktirmeden yaptık yapmasına ama ne ben bir evin direği, bir kadının kocası, evlatlarının babası oldum ne de hanım yuvayı yuva yapan dişi kuş, kocayı koca yapan kadın, evlatlarını kanatları altına alan ana olabildi. Muhabbet olmazsa bir yuvada, şükür, minnet, kadir, kıymet olmazsa huzur da olmaz. Huzur olmayan yuva da yuva olmaz.

“Domatesi, fasulyeyi seçmeyi beceremiyon anladık da bir adam kömür almayı da mı beceremez? Bir işten de anla be!” Başladı yine bizimki. Susmaz artık. Hah, soba yandı, şükür. Bu sefer tütmez de adam gibi yanar inşallah.

-Çay hazır mı?

Hep bu soruyu sorarım kavgadan kaçmak için. Ya da “Yemek hazır mı?” derim. Her zaman olmasa da arada işe yarıyor. Söylene söylene mutfağa geçerse biraz rahat ederim. Bu sefer işe yaramadı.

-Bırak şimdi çayı. Ne olacak o iki ton kömür?

-Atarız, yenisini alırız.

-Hıh. Yenisini alacakmış. Hangi parayla alacaksa haspam?

-Çayı getir de içelim.

-Hazır değil daha. Kızın da senin gibi ımırsık, kaç saattir hazır edemedi bi çayı.

Beni bırakır kıza sataşır, kızı bırakır oğlana sataşır. Şu üç günlük dünyada bu kadar nefret niye, yıllardır anlayamadım. Artık çok yoruldum, usandım. Kelimelerden, seslerden, bakışlardan, yarışlardan usandım. Bir kere elimi kaldırmadım, yirmi senedir toplasan beş kere sesimi yükseltmemişimdir ama hep şikayetçi, her şeyden, herkesten şikâyetçi. Benden, anamdan, babamdan, bacımdan, kardaşımdan, oğlumdan, kızımdan, evimden, işimden hatta bahçedeki kediden, her şeyden. Nişanlıyken çiçek almıştım da “Ben napıyım bunu, kuruyup çöp olacak. Hıh çiçekmiş.” demişti. Gözünü toprak bile doyurmaz bu kadının. Ölse, gömülse minareli az diye toprağı şikâyet eder, gömenlere tahtaları çakarken gürültü yaptılar diye söver.

Hıncını benden çıkaramadı, odasını toplamamış diye oğlanı pataklıyor şimdi. Biraz sonra da kızı haşlamaya geçer. Soba tütmeye başladı. Kovayı hemen dışarı çıkardım. Elektrikli ısıtıcılarla idare edeceğiz artık. Evet, tam da dediğim gibi kıza bağırmaya başladı. Sıra bana dönmeden yatsam iyi olur. Yatınca da hemen uyusam bari. Odaya girdi. Eşyaları paldır küldür bir yerlere çarptı. Uyumadığımı bildiğinden adım gibi eminim ama sabah ben uyumuşum gibi tavır yapar. O böyle uyumazken, uyuyamazken nasıl olur da ben gamsız gamsız uyurum. Nasıl olur da oturup başkalarının evleriyle, kıyafetleriyle, eşyalarıyla kendimizinkileri kıyaslayıp dertlenmem. Nasıl olur da aileme bu kadar yetemezken gözlerimi yumabilirim. Bilmiyor ki uzattığım zeytin dallarının kuruduğunu görmemek için yumuyorum gözlerimi. Ne bitmez olsa da tahammülün de bir sonu olduğunu, o son geldiğinde onu da kendimi de yakarak bu savaşı bitireceğimi, içimde biriktirdiğim lavlarımı püskürtmek için çıldıracağım günü beklediğimi bilmiyor.

Bir an önce yatıp horlamaya başlasa da çocukları kontrol etsem. Sobaları açık uyumamışlardır inşallah. Yarın da Ali Abi’ye sorayım, o nereden kömür aldıysa ben de oradan iki ton alayım. Bu seneki kömürlerinin iyi yandığını söylemişti. Şu karının dilinden de kurtulurum diyeceğim ama ölmeden mümkün değil. Horlamaya başladı “Hııhhaahhk hııhhoohhhkk…” Bir de bana gamsız der, kafasını koyar koymaz uyuyor.

Sabah olunca yastık altı biriktirdiğimiz paranın bir kısmını aldım. İş çıkışı Ali Abi’nin dediği kömürcüye gidip iki ton kömür aldım. Komşumuz Recep Abi’nin traktörle getirdik. Biz kömürleri boşaltmaya başladık, hanım da dırdıra. Elgün dinlemez, dikenli dilini birazcık tutmayı denemez. “Sen o parayı nasıl alırsın. İşe yaramaz herif! Senede iki kere kömür mü alınır? Nerenin kralısın sen? O parayla perdeleri yenileyecektim ben.” Recep Abi neye uğradığını şaşırdı. Belli ki böylesini hiç görmemişti. Gıkı çıkmıyor, suç işlemiş çocuk gibi ne yapacağını şaşırmış vaziyette bana bakıyordu. Kömürleri indirince “Sen git abi. Sağ olasın,” diye gönderdim. Adam arkasına bile bakmadan kaçar gibi gitti. Kadın susmuyordu. “Allah bilir bu kömür de yanmaz. Sen neyi becerdin ki bunu beceresin. Eve barka baktığın yok bi de gitmiş arttırdığımız parayı harcamışsın...”

Artık sözleri kulaklarıma değmeden direkt beynime çarpıyordu. Ayaklarımdan beynime doğru çıkan bir sıcaklık hissettim. Kulaklarım uğulduyor, başım dönüyordu. Bedenim içindeki zehri kusmaya hazırlanıyordu. Bunu bütün hücrelerimle hissettim. İşte o gün bugündü. Çıldıracağım gün bugündü. Hızlıca eve girdim. Çocukların kollarından tutup dışarı çıkardım. Bağırdım. “Sus lan artık suuuss!” Sesimin gür olduğunu bilirdim de bu kadar olduğunu bilmiyordum. Bir bidon ispirto vardı. Aldım kömürlerin üstüne boşalttım. Çocuklar “Baba yapmaa!” diyerek ağlıyorlardı. Karım durdurmaya çalıştı beni. Kolumdan tuttu. “Tamam, yapma,” dedi. Dinlemedim. Ayaklarıma kapandı. Yalvardı. Dinlemedim. Dinler miyim hiç? Yıllar sonra nihayet çıldırmışım, kolay kolay sakinleşir miyim? Deli miyim ben? Kibriti çaktım, kömürlerin üstüne bıraktım. Hemen tutuştu. Oradan uzaklaştık. Uzaktan baktık yangına. Benim yangınımdı bu. Gurur duydum. Kendimi, eserini dünyaya sergileyen usta bir sanatçı gibi hissettim.

Kömürlükle ev bitişik olduğundan yangın kısa sürede eve de sıçradı. Komşular yardım edeyim, su yetiştireyim, itfaiye geleyim diyene kadar kömürlük de yandı ev de. Yeni kömürler de eski kömürler de yandı. Sobada yanmayan o kömürler gözümüzün önünde cayır cayır yandı. Yangın sönüp her şey kül olup bittikten sonra çocuklarıma baktım. Birbirlerine sarılmış ağlayarak oturuyorlardı kaldırımın kenarında. Hiçbir şeye içim acımadı da yavrularımın gözyaşları ciğerlerimi yaktı. Onlara sarıldım. Ağlayarak özür diledim. Kızım gözyaşlarımı silerken “Senin suçun değil baba,” diyordu. “Senin suçun değil.”

Birkaç gün bacıma misafir olduk. Bizimkinin hiç sesi çıkmıyordu. Süt dökmüş kedi gibiydi. Yüzüme bakamıyor, ben bakınca gözlerini kaçırıyordu. Birkaç gün sonra ay başıydı. Maaşımı çekince bir çadır aldım. Bir küçük tüp, birkaç kap kacak… Çadırı kurup bizimkileri getirdim. Hanımın yüzüne dik dik bakarak “Bundan sonra burada yaşayacağız,” dedim. “Tamam,” dedi. “Tamam. Sen nasıl istersen.” Hanımı hiç bu kadar hanım görmemiştim.

Emine Ecran Çeliksu