“Efradını cami ağyarını mani tanımını özgürlük tartışmalarında genelde ikinci planda tutuyoruz. Sınırları üzerinden tanımlanan başka kaç kavram var tam emin değilim. Yine de özgürlüğün bu şekilde tanımlanması ilginç geliyor. Filozoflar belki hayali sınırlar üzerine konuşabilirler.”
Pat diye kapattım kitabı. Çıkan sesle üzerime yönelen tuhaf bakışlardan utandım. İçimden “Affedersiniz” diyerek, elimdeki kitabı aldığım rafa koydum. Son okuduğum cümle aklımda kalmıştı: “Filozoflar belki hayali sınırlar üzerine konuşabilirler.” Belki de konuşamazlar. Filozof bu, konuşmak için değil düşünmek için var. İç sesim söyledi bunu ben değil.
İki üç kez öksürerek boğazımı temizledikten sonra, arkadaşım oturduğu masadan başını kaldırıp bana baktı. Saatimi gösterip, hadi işareti yaptım. Yurda geç kalacağız. Kitaplarını toparlamaya başladı. Yanına gidip fısıldamamak için kendimi zor tuttum çünkü az önceki bakışlarla tekrar karşılaşmak istemiyordum. Sessizce bekledim.
Kütüphanenin çıkış kapısında “Oh be!” diye bağırdım. Dünya varmış. “Kızım sen saatlerce nasıl duruyorsun orada? Hiç benlik bir yer değil. Karanlık, kasvetli, kitaplar desen zerre anlamadığım şeylerle dolu.”
Emine, gülerek cevap verdi: “Aman sanki saatlerce kaldın. Gördüm ne kadar okuduğunu, merak etme.”
Ona ne kadar okuduğumu kanıtlamak için son cümleyi bağıra bağıra söyledim: “Filozoflar… Belki… Hayali… Sınırlar… Üzerine…”
“Konuşabilirler” diye atladı hemen.
“Yuh! Sen nerden biliyorsun?”
“Kızım çok ünlü bir yazar o. Ahmet Boztekin. Tam da adamını bulmuşsun okuyacak. Sen kim Ahmet Bey’i anlamak kim?”
“Dalga geçme ya, felsefeden nefret ettiğimi biliyorsun. Ahmet Bey diyor bir de, sanki kapı komşusu.”
Yol boyunca bugün kütüphanede çalıştığı konuları, tezinin bitmesine ne kadar az kaldığını, bu yüzden çok heyecanlı olduğunu anlattı durdu. Ben de dinledim konuşmadan. Kısa süre sonra kaldığım yurda geldik. Ben içeri girdim, o evine doğru devam etti.
Bu yurtta uzun zamandır kalıyordum. Babam üniversiteyi kazandığımı duyar duymaz araştırmış, soruşturmuş, en rahat ve en güvenilir yurdun burası olduğunu öğrenince de dört yıllık ödemeyi yapmış bana sormadan. O kadar kızmıştım ki bu hareketine. Dört yıl ne demek ya? Belki sevmeyeceğim, belki rahat edemeyeceğim. Ama bunlar önemli değil ki onun için. Yeter ki ben rahat(!) olayım. Yeter ki onun güvendiği bir yerde kalayım. Bir şey desem başlayacak hemen. “Biz ne şartlarda okuduk bilmiyorsun. Öğrenci evindeki soba için gece yarıları odun toplamaya giderdik de, sıcak suyumuz yoktu da, her gün makarna yerdik de.” Falan filan.
Neyse ki önümüzdeki ay kurtuluyorum bu yurttan. Emine’nin arkadaşı evden ayrılıyor, ben de hop oraya. Yaşasın özgürlük!
Lisedeyken üniversiteyi kazanıp başka şehre gidince özgür olacağımı düşünürdüm hep. Üniversite eşittir özgürlük demekti benim için. İstediğim her şeyi yapabilecektim. İstediğim saatte dışarı çıkabilecek, kimseye hesap vermek zorunda kalmayacaktım. Ne var ki hayal ettiğim üniversite ortamını ne okuduğum bölümde, ne de kaldığım bu iğrenç yerde bulamadım. O kadar monoton bir öğrencilik yaşadım ki. Sabah erkenden okula git. Ders bitince yurda dön. Giriş saatin belli, çıkış saatin belli. Yurda on dakika geç kalsan ailene mesaj. “Kızınız bu akşam yurda geç giriş yaptı.” Sanki gece yarısı geldik. On dakika için mesaj mı atılır.
“Tamam baba, özür dilerim bi daha olmayacak. Tamam dikkat ederim. Peki. Tamam. Peki. Tamam.”
Babamla telefon konuşmalarımız ona peki, tamam demekle geçti. Dört yıl boyunca hem de. Çoğu zaman sırf beni arasın diye yurda geç girdiğim günler oldu. Bir gün de kızım nasılsın, iyi misin, hayatından memnun musun diye arasana. Aramaz ki.
Yatağa girip gözlerimi kapattım. “Yine de özgürlüğün bu şekilde tanımlanması ilginç geliyor.” Bu da nesi. Bunu nasıl hatırlıyorum ben? Rüya mı görüyorum? Hayır. Gözlerim açık. Kendimden korktum. Telefona sarıldım. Neydi neydi Ahmet Kırtekin, yok Boztekin. Google’a yazdım. Tek bir link çıktı. www.huysuzihtiyar.com
“Özgürlüğü kime göre yontacaksın? Kendine göreyse diğerlerine bahşettiğin şey ne? Yok başkalarına göreyse sende kalacak olan ne? Dosto’nun bile nihilist bir sarmalda aradığı özgürlüğü, üç beş çiçek, bir tutam gökyüzü arasında aramak nice cahilliktir. Gerçi orasına da ben karışmam. Zaten ben neye karışıyorum ki…”
Çok tuhaf. Web sitesine tıklar tıklamaz karşıma çıkan cümlelerdi bunlar. Yıllardır hakkında kendimi yiyip bitirdiğim özgürlük, yoksa sandığımdan farklı bir şey miydi? Ben yalnızca kendimi mi kandırmıştım?
Yayınlanan eserlerinden bazıları:
“Kasım Patladı”
“Koyu Siyah Linçler Kitabı Ya Da Bana Ne”
“Ben Neden Seveyim”
“Aristo’nun Külleri”
“Putperestler İçin Edebiyat”
“Lince Son Çağrı”
“Evrak Çantasındaki Yumruklar”
Telefon elimde uyuya kalmıştım. Sabah yemekhaneye indim. Her zamanki masaya oturup kahvaltımı yapmaya başladım. Çantamı koymak için yanımdaki boş sandalyeyi hafifçe çektim. Bir kitap. Kapağına baktım. Lacivert renkli gökyüzünde parlayan bir ay, ayın etrafında turuncu bir hâle. Kitabın tam ortasında yanmış bir ev. Pencereden bakan sakallı bir adam. Adamın baktığı yerde şaha kalkmış bir at. Atın üzerinde yağmur damlaları. Kitabın adı: “Aristo’nun Külleri”
Melike Sülev Aydın
Hikayenin başlangıç cümleleri:
“Efradını cami ağyarını mani tanımını özgürlük tartışmalarında genelde ikinci planda tutuyoruz. Sınırları üzerinden tanımlanan başka kaç kavram var tam emin değilim. Yine de özgürlüğün bu şekilde tanımlanması ilginç geliyor. Filozoflar belki hayali sınırlar üzerine konuşabilirler.”
Ahmet Kırtekin