Arayış

Ahmet Can Altun

Korkarak, hızlı şekilde geri çekildi. Onun şiddetiyle oturduğu sandalye yere düştü. Düşen sandalyeye ayakları takıldı. Yalpaladı. Sonra durdu ve doğruldu. Biraz baktı; ağzı yarım, gözleri kocaman açık, göz bebekleri büyük, nefes alışverişi kesikli ve hızlı, kalp atımı yüksek, alnında ufak ufak ter damlaları… Sandalyeyi yavaş yavaş kaldırdı. Eski hâline getirdi. Oturdu. Bir ayağı yerde bir ayağı sandalyenin demirinde. Nefes alışını düzenlemek için birkaç kez derin derin soludu. Yaklaştı…

İnsanların kendilerini tamamen kaybettikleri zamanlardı. Herkes arayış içindeydi. Bir şeyler bulmalılardı. Kendilerini bulduracak bir şeyler. Dört tarafı binalarla çevrili şehirlerde aramadıkları yer kalmadı. Arabaların altına, ağaçlara, denize, havaya, evlere, boş duvarlara, halı desenlerine, tavana, kuş sesine, müziklere, gözlere… Her yere baktılar ama bulamadılar. Hissetmediler bile kendilerini. İnsanlar gittikçe hem ruhen hem bedenen çökmeye başladı. Her şey anlamsızlaştı onlar için, tekdüze bir hayat yaşamaya başladılar.

Bilim insanları, insanlardaki bu buhranı görünce hemen harekete geçtiler. Böyle olmuştu önceden de. İnsanlar anlamsızlaştı veya anlamsızlaştırıldı. Değerleri düştü veya düşürüldü. Sonra bilim insanları, insanları tekrar anlamlı hâle getirecek, yaşama sevinci verecek, tekrar değerli hissettirecek şeyleri keşfetti ve onlara sundu. İnsanlar onu kullandı ve alıştı ve sonra tekrar anlamsızlaştı. Yine o tekrarlardan birini yaşıyorlardı ve yine harekete geçti bilim insanları. Onlar da aramaya başladılar benlikleri. Önce nereden başlayacaklarını bilmediler. Kimi arayacakları da meçhuldü. Bir yerden başladılar.

Tabii normal insanlar gibi duvara veya halıya bakıp aramadılar. Daha bilimsel aradılar. Sonuçta bilim insanları. Araştırdılar, deneyler, gözlemler yaptılar, bir vakit aşı yapmayı dahi denediler. Daha farklı teknolojik aletler yapmaya çalışan bilim insanları da oldu. Mesela insan içini gösteren -hayır röntgen gibi değil, duygusal içi, en içi- aletler yapmak isteyen oldu. Ama bir sonuca varamadılar. Duygular, hisler, genel manada öz, somut mudur? Eğer soyutsa bazı şeyleri hissederken boğazımızda biriken, bazen ağzımıza kadar gelen şey nedir? Somut olmayan bir şey nasıl somutlaştırılabilir? Sorulara cevap bulamamışlardı. Araştırmalar on yıllar sürdü. Bilim insanları da insandı sonuçta. Onlar da kendini kaybetmeye başladı. Artık onlar da duvara, halıya bakıyorlardı. Yani artık kendilerini arıyorlardı.

Çok zaman geçti. İnsanlar ya delirdi ya intihar etti. Bir kısım insan aramaktan vazgeçti. Bu insanlar kendinden geçenlerdi. Onlar, kendilerini kaybedenlere nispeten daha iyilerdi. Hatta normal hâllerine dahi dönmüşlerdi denebilir. İnsanın kendi ilgiyi sever, Bu yüzden arandıkça kaçar. Ulaşılmaz. İnsan ne zaman onu yok saysa yani ondan geçse, kendinden geçse, kendi kaçmayı bırakıp arkasından gelir. Öyle düşünürlerdi kendinden geçenler. Böyle daha iyi olmuşlardı. Bunu başkalarına da anlattılar. Artık aramayı bırakmalarını söylediler. Dinleyenler vardı ama dinlemeyenler, aramaya devam edenler daha çoktu. Aklı başında olan bilim insanları aramaya devam ediyordu. İncelemedikleri şey kalmamış gibiydi. Ama sonra bir bilim insanın aklına insanın en saf olduğu zamanda annesiyle en saf şekilde bağlanmasını sağlayan yapı geldi; göbek bağı.

Yeni doğan bebeklerden örnekler aldı. Kendi çocuğundan da bir örnek almıştı. Araştırmaya başladı. Deneylerde bir sonuç çıkmadı. Sonra gözleme geçti. Fiziki gözlemlerin ardından mikroskopla da gözlemler yaptı. Bir şeyler bulmuştu. Göbek bağında bulunan minik insanlar. Bu, aldığı bebekten, görünüş bakımından biraz daha ileri zamanda olan minik bir insandı. Bunu hemen yetkililere anlattı. Yetkililer onun delirdiğini düşündü. Nasıl olurdu böyle bir şey? Minik insan neydi? Şaçmalıktı. Öyle demişlerdi. Bilim insanı kendisini tımarhaneye kapatacaklarını anlayınca kaçtı. Uzun bir vakit gizlendi. Bu sürede araştırmalara devam etti. Keşfettiği şeyleri not etti. Birkaç defter doldu böylece. Çocuğunun göbek bağını ve bulgularını kaydettiği defterleri dondurarak sakladı. Çocuğu da büyümüştü artık. Ona da bir şeyleri anlattı. İleride büyüyüp bilim insanı olmasını istedi. Ondan söz aldı. Ölüm gelip çatınca bir mektup yazdı ve zarfa koydu. Çocuğuna verdi. Bilim insanı olduğunda açmasını ve çok önemli olduğunu söyledi. Çocuk çok merak etti. Çoğu zaman erkenden açmak istedi ama babasına verdiği sözü tutup açmadı.

Çok vakit geçti. İnsanlar hâlâ aynıydı. Çocuk büyüdü. Üniversiteden mezun oldu. Üzerine doktorasını yaptı. Sonra uzman, doçent, profesör… Artık bir bilim insanı olabilmişti. Babasına söz verdiği gibi. O da araştırmalara katıldı. Çocuk, babasının verdiği mektubu unutmuştu. Yapılan deneyleri tekrar yaptı, gözlenen şeyleri o da tekrar tekrar gözledi. Bulamadı bir şey. Araştırmalara başladıktan birkaç yıl sonra aklına mektup geldi.

Mektubu açtı. İçinde bir adres, adreste bir dolap olduğu yazıyordu. Heyecanlandı. Hemen yazan adrese gitti. Kimsenin yaşamadığı, kuytu bir yerdi. Rüzgâr türbini ve güneş enerjisiyle elektrik üreten düzenekler kuruluydu. İçeri girdi. İçeride dolap ve gözlem yapmak için gerekli aletler vardı. Dolabı açtı. Küçük siyah bir poşet. Poşeti aldı. İçinde bir göbek bağı görünce şaşırdı. Önce defterleri aldı. Numaralandırılmıştı. Tek tek hepsini okudu. Şaşkına dönmüştü. Böyle bir şeyin nasıl olacağına anlam verememişti. Evin içinde volta atmaya başladı. Düşündü. Tekrar şaşırdı. Tekrar düşündü. En son defterde söyleneni yapmaya karar verdi. Poşetten göbek bağını aldı. Gözlem aletlerinden kullanılabilecek olanları temizledi. Bağı, gözlem yapabilecek hâle getirdi. Mikroskopa koydu. Objektifini yavaş yavaş büyüttü. Görmüştü. Bulmuştu. Kendini bulmuştu. Koltuktan düşüşü ve korkusu da bu yüzdendi.

Ahmet Can