***Bir bilim "insanı" mikroskopa baktığında kendisini görüyor.
Tasarruf Edilmiş Hayat
Hayatla her anlaşmaya varan,
varamayanın kederini artırır,
onun garipliğine bir ilmek daha atar.*
Mitoz bölünmenin anafaz evresinin floresan mikroskopla offf ne diyorum ben… Uzman bir biyoloğum da elim sürçtü. Nasıl ve neden inzivaya çekildiğimi anlatmak istiyorum sadece.
Kendi isteklerini yok sayan, hayal kurmayan bir çocuktum. Annem babam ne olmamı istiyorsa onu olmaya çalıştım, neye olmaz gözüyle baktılarsa o şeyden uzaklaştım. Akordeon çalmak istedim. “Sokak çalgıcısı mı olacaksın?” dediler. Gazeteciliğe merak saldım. “Onca torpilli varken seni mi alacaklar?” dediler. Benden hem çok şey bekliyorlar hem de hiç güvenmiyorlardı. Tabii o zaman bu tavırları yanlış gelmemişti. Onlar genetik mühendisi olmamı isterken ben dershaneyi asıyor, sahilde, ormanda dolaşıyordum. Fotoğraf çekiyor, şiirler yazıyordum.
Tüm aylaklığımın sonucunda sondan ikinci tercihimi -iyi bir üniversitenin biyoloji bölümünü- kazandım. Babam elindeki gazeteyi fırlatıp odayı terk etti. Annem bir süre etrafa boş boş bakıp mutfağa gitti. Saatlerce ağladı.
Babam reklam yapmayı sevdiği için beni güzel bir yurda yerleştirdi. Geri ödemeli bursum ve babamın yolladığı harçlıkla iktisatlı bir şekilde her şeyi yapabildim. Turlara katıldım, atölyelerde ücretli-ücretsiz dersler aldım. Sürekli bir şeylerle meşguldüm. Onlarca insan tanıyordum fakat kimseyle dost değildim. Çünkü dağılmıştım. Her ortama kendimden küçük bir parça bırakıyordum. Ne kendimi tanıtıyordum ne de birilerini tanımaya çalışıyordum. Dışarıdan bakan biri, günlerimi dolu dolu geçirdiğimi ve istediğim her şeyi yaptığımı düşünebilirdi. Ama ben ne istediğimi bilmiyordum. Boşlukta oradan oraya savrulurken tek tesellim kendimle baş başa kalmamaktı. Hiçbir etkinliğe katılmadığım günler ya migrenim tutuyor ya da dururken ateşleniyordum. Son sınıfta atölyeleri, gezileri, anlamsız toplaşmaları terk ettim. Okulu bitirip gitmeyi hayal ediyordum. Yurtdışında yaşayacaktım. Çat pat üç dil biliyordum. İngilizce, Almanca, Rusça. Henüz nereye gideceğime karar vermemiştim. Okulu bitirmek için kalan tüm enerjimi harcadım. İlk dönem on bir, ikinci dönem on dört ders vererek zoru başarmıştım. İstemediğim bu bölümü bırakıp baştan başlamak varken sırf babam kızmasın diye dört yılımı çöpe atmıştım. O yılların bana ne kattığını düşünüyor, cevap bulamadıkça deliye dönüyordum. Beklentim neydi? Ne almalıydım yıllardan?
Eve döner dönmez babam birkaç iş görüşmesine yolladı beni. O çat pat dediğim üç dil, devletin önemli araştırma kuruluşlarından birine kapak atmamı sağlamıştı. Babama göre kapak atmaktı, bana göre kapana kısılmıştım. İki ay laboratuvarda ar-ge bölümünde çalıştıktan sonra dil eğitimi için yurtdışına gönderildim. Meslek uzmanlığı için iki yıl burslu olarak Kanada’da eğitim alacaktım.
Değişen bir şey yoktu. Yine zamanın nasıl geçtiğine hayret ediyor, yine alamadıklarıma hayıflanıyordum. Bolca gezmiştim aslında ama tatmin olmuyordum. O özgüvensizlikle geldiğim yere hayret etmekten öte gidemiyordum.
Babam beni nasıl işe soktuğunu tüm ülkeye anlatmaya çalışıyordu. Ne zaman telefonda konuşsak kime anlattığından bahsediyordu. Benimle değil, kendiyle gurur duyuyordu. Annemse kısmet arama telaşına düşmüştü. Ben hâlâ adımın bende yarattığı tezahürü düşünecek kadar kendimle meşguldüm. Abdul…
İnsan sadece ana babasına kul olunca Abdul oluyor muydu? Bu soru beni keşfe çıktığım iki ülke arasında, tren yolculuğunda yakalamıştı. Bir kitap okuyordum, beni öyle sarsmıştı ki çizilmedik satır bırakmamıştım. Sanki aradığım cevaba yaklaşmıştım. Benim çarçur etmek istediğim hayatım tasarruf edildi, bu tasarruf kim ve ne için bilinmedi, miras bırakacaksam bu çarçur edilmemiş, israf hiç edilmemiş hayatı bırakacağım.*
Kanada’daki araştırmaları bitirip ülkeme dönecek, kendime yeni bir düzen kuracaktım. Annemle babamdan fiziksel olarak değil, ruhsal olarak uzaklaşmayı deneyecektim. Yıllarca kandırıldığımı ancak anlıyordum. Kendi hevesleri ve istekleri dışında bir gün bile fikrimi sormamışlardı. Artık iyiliğimi düşündüklerine inanmıyordum.
O gece laboratuvara vardığımda ortalıkta kimseyi göremedim. Normalde geceleri de çalışan olurdu. Belki bir yere kadar çıkmışlardır diye düşünüp mikroskobumun önüne geçtim. Çeker ocakta kurumaya bıraktığım çalışmamı alıp mikroskoba yerleştirdim. Tekerlekli taburemle masama yaklaşırken birden acil durumlarda çalan o zil sesini duydum. Yerimden sıçradım. Işıklar yanıp söndü. Bir an tereddüt ettikten sonra kendimi dışarı attım. Binada ne duman ne başka bir şey vardı. Ses kesildi. Hâlâ kimsecikler yoktu. Biraz tedirgin olsam da geri içeri girdim. Odaya vardım. Işıkları açtım. Mikroskobun başına geçtim. Lam’daki kahverengimsi sıvı istediğim kadar kurumuştu. Yavaşça yakınlaştırmaya başladım. Yakınlaştırdıkça insana benzer bir şey gördüm. Organizmalar türlü şeylere benzeyebiliyordu, bu normaldi. Hemen fotoğraflamalıyım diye düşünürken heyecanıma yenilip biraz daha yakınlaştırdım. O gördüğüm şey kendimdi. Toprak bir zeminin üzerinde uzanıyordum. Başım kollarımın altında adeta güneşleniyor gibiydim. Yüzümde tuhaf bir gülümseme vardı. Her şeyi yoluna koymuş birinin gülümsemesine benzettim. Yani ben her şeyi yoluna koysaydım ancak o zaman böyle gülümserdim. Mikroskobun ışığını kapattım. Çok yorulduğumu farkındaydım. Tatil yapıyorum gibi görünsem de zihnim biraz olsun boşalmadığı için dinlenemiyordum. Daha önce de bu tarz şeyler başıma gelmişti. Biraz dinlenince bir şeyim kalmaz diye düşünerek elimi yüzümü yıkadım. Çalışmayı çeker ocağa bırakmayı unuttuğumu hatırlayıp döndüm. Bir kez daha bakmak istedim. Mikroskobu açtım. Yine orada, kahverengi yüzeyin üzerinde öylece yatıyordum. Güneş geliyormuş gibi gözlerini kıstıktan sonra lam’daki ben konuştu: “Dünya geniş, büyük derler ama bak, oturacak bir yer bulamazsın, oturursun da hiçbiri senin olmaz, oturduğun yerin adamı, dahası o hâlin insanı olamazsın.”*
Organizma benimle konuşuyor, diye düşünerek güldüm. Sanrıdan başka bir şey olmadığını bildiğim için umursamıyordum. Biraz daha yakınlaştırdım. Yanağımdaki beni bile görüyordum. Ama yüzüm daha diriydi. Hatta bir tane kusur bile yoktu. İnsan huzurluyken böyle olurdu herhalde. Son kez, mikroskobu kapatıp eve gitmeye karar verdim. Yarın durmadan çalışırdım.
Lam’daki ben, beni durdurdu: “Genelde verimsiz ve kifayetsiz bir çırpınmadır benimki. Ama bilirim ki aslolan çırpınmadır. Bu çırpınma vicdan azabı gibi, boşuna bir tükenişle helake sebep oldukça kendimi mahvolmuş ama hiç değilse bir şey olmuş duyarım. Bir insanın olabileceği başka nedir ki?”*
Deminki cümleyi hatırlamamı sıradan karşılamıştım ama çizdiğim tüm satırları hatırlıyor olamazdım. Neden özellikle bu kısımlar çınlıyor olabilirdi beynimde? Çırpınıyordum da ondan. Çırpındıkça boşa olduğunu anlıyor, yeterince çırpındığımı düşündüğüm için daha fazla ne yapabilirim, diye düşünüyordum. Bu, nereden bakarsam bakayım bir kaçıştı.
Bir şey söyleyeyim bari de kendi zihnim olduğuna emin olayım, diye düşünerek yine güldüm. Delirme sınırında hissettim kendimi.
“Ne ara ezberledin bunları?”
“Anladım ki anlayacak bir şey yok. Anladım ki anlayacak bir şeylere razı gelmek az iş değil.”*
Ben her şeye razı gelmiştim ama bir şey içimde durmadan itiraz ediyordu. Bu değil, bu seni büyüten bir şey değil diyordu.
“Aldatılmada insandan umudu kesmenin eşsiz huzuru vardı. İnsandan kesilen umut, tanrıya yaklaştırıyordu.”*
İnsanlardan hep uzak durmuştum fakat ümidi kesmediğimden Allah’a yakınlaşmamıştım demek ki. Benim gibi gayesiz bir insanın Yaratıcıyla hemhâl olması imkânsız gibi geliyordu. Ama denemekten zarar gelmezdi. Bu, tutunacağım bir amaç ve boşlukta savrulmamı engelleyen, elimden tutan bir araç olabilirdi.
“Dünya da anca tahammül yeriydi, sabır ve tahammül. Ölmemeye sabretmenin yeriydi.”*
Yaşama tahammül etmekten başka bir şey gelmiyordu zaten elimden. İnsan kendiyle konuşur, bunda tuhaf bir şey yoktu. Resmen tüm satırları ezbelemişim.
“Abdul?”
Lam’daki bana eğildim ve sevgi dolu cevap verdim:
“Efendim Abdulcuğum.”
O gayet ciddiydi:
“Git buradan. Ülkene dön. Güneşi bol bir şehirde oku ve yaz.”
“Öyle yapacağım.”
“Yine sonra mı?”
“Hayır bir an evvel. Daha sonra da ölümü beklemeye koyulurum.”
Ölüm de nereden çıkmıştı… O toprak zeminde huzurla yatan ben; kendini bulmuş, bu dünyayla ilişiğini kesmiş bir ben olabilirdim. Dünyayla ilişiğini kesmek yaşarken de yapabileceğim bir şeydi. Lam’daki beni dinleyecek, güneşli bir şehirde okuyup yazacaktım.
Sonraki günler mikroskoba her baktığımda kendimi görmek istedim ama bir daha rastlayamadım. Öyle ya, hayal bir amaca dönüşüp gerçek olmaya başlayınca başka bir hayalle yer değiştiriyordu. Yeni bir hayalim de yoktu.
Ülkeme döndüm. Denizi gören minik bir ev tuttum. Artık herhangi bir insana yer yoktu hayatımda. Sahilde biraz dolaştıktan sonra uzandım, kollarımı başımın altına alıp gökyüzüne baktım. Ben O’nun Abdul’üydüm artık.
Tuğçe Asiye Ballı
(*)Şule Gürbüz