Faruk askerden terhis olduktan sonra kendini ilim-irfana hasretmeye karar verdi. Yine de “hele bir askere gitsin gelsin, düzelir” diyenlerin tahmin ettiği değişim bu değildi. Ters giden bir şeyler olduğunu hundayinin karoserinde otogardan dönerken hissetmiştim. Faruk köşede valizinin üstünde oturmuş, trafiğin gürültüsüne, benim hâl hatır sorularıma kulak asmadan gökyüzünü seyrediyor, bilhassa Büyük Ayı’yı inceliyor, parmağını kaldırıp takımın köşelerini görünmez çizgilerle birleştirmeye çalışıyordu.
Evde annem bir ara beni köşeye çekip, sanki yolda sihirli bir dokunuşla Tozkoparan Faruk’u Kuzu Faruk’a çeviren benmişim gibi “kardeşine n’oldu böyle?” diye sordu. Anneme, kardeşimin sadece durulmuş olduğunu, etrafı böyle titiz ve ciddi bir merakla incelemesinin canlılık alameti bir farkındalığa delalet ettiğini, hasılı korkulacak bir şey olmadığını söyleyip teskin etmeye çalıştım.
O hafta sonu Faruk, dededen kalma arazide kendine kalas ve çinko levhalardan bir ev inşa etmeye başladı. Bir yandan tahtaları birbirine çatıp çiviliyor, bir yandan da bu kaba işin yorgunluğunu, tenekelerden, kontraplaklardan imbikler ve bazı garip düzenekler yaparak atıyordu. Sadece üç hafta içinde, girişi bazı etüt ve molalar için kullanılacak, ikinci katı laboratuvar, üçüncü katıysa gözlemhane olan tripleks bir baraka çıktı ortaya. Mahallenin bu garip teşebbüse olan bakışı, Faruk’un elektronik ev aletlerini para almadan tamir etmeye başlamasıyla nispeten daha anlayışlı bir hâl aldı. Karşılıksız sürdürdüğü bu işin içine kendince felsefi bir maksat da eklemişti Faruk: Halkı kullan-at kültürünün tüketici şablonundan kurtarmak. Onun bu tavrı öyle bir hal almıştı ki, ambalajından, kutusundan çıkarılıp dökülmüş malzemelerle hazırlandığı için, günde üç defa ayağına kadar götürdüğüm yemeklere dokunmuyor, kendi yetiştirdiği zerzevatla karnını doyuruyordu.
Fakat asıl çıkışını sonraki yıllarda, bir Kurban arefesinde gerçekleştirdi. Yaptığı gözlemlere dayanarak, o yıl Kurban Bayramının kabul edilen günden aslında iki gün sonrasına tekabül ettiğini açıkladı. Başta hepimiz temelli sıyırdığını düşünürken, Diyanet İşleri Başkanının bu konuya dair hususen bir basın toplantısı düzenlemesi, bizde Faruk’a karşı asla dillendirmediğimiz bir mahcubiyet duygusu oluşturdu. Kurbanını takvime göre kesenlerin, vecibelerinin yerine getirilip getirilmediğini imam efendiye ya da Alo Fetva’ya değil Faruk’a sormayı arzu edip bunu yapmaması, onun kabul edilmiş ancak yüzüne karşı teslim edilmeyen otoritesini doğruluyordu. Göz ardı edilen detayların üzerinde şekillenerek akan hayatın içinde bir çıban gibi sivrilip, aslında doğru olanı yaptığı anlaşılan kimselere yöneltilen haksız tutumun bir numunesiydi bu.
Bir gün nezaketle çalınan kapıyı açtığımda, karşımda, beraberinde bir kameraman getiren, takım elbiseli, bond çantalı bir grupla karşılaştım. Bir hanım ve dört beyden müteşekkil heyet, Bilimler Akademisinden geldiklerini, Faruk Bey’i görmek istediklerini söylüyordu. Akademinin bu ilgisine anlam vermeye çalışarak grubu Faruk'un yanına götürdüm. Birader, küçümseme olarak da anlaşılabilecek hayret dolu gözlerle kendini dinleyen misafirlere, hayatına ilim-irfan yolunda devam etmeye nasıl karar verdiğini, bu kararda revir hemşiresinin önünde kendini “bir işten anlamaz cahil herif!” diye aşağılayan çavuşunun ve artık ona sürüsünden alınıp önüne konmuş bir dört ayaklıya bakar gibi bakan, baytar gibi muamele eden hemşire hanımın bir rolü olmadığını anlattı. Cidden böyleydi, zira okumak istediği kitapları kendisine temin eden de aynı çavuştu. Hatta yakın gelecekte olmasa da bir gün kaleme alacağı doğa atlasını o çavuşa ithaf edecekti. Heyeti bilmem ama Faruk’un sözleri, bende hayatı kazara değişenlerin kazaya duyduğu minnetin eseriymiş gibi bir intiba bıraktı. O ise aynı heyetle yaptığı mülakatta bu intibamın aksi fikirlerde olduğunu ortaya koyan şeyler söyledi. Bilim adamlarının, her ne kadar sebeplerin bağlayıcılığına ve ilişki halinde olduklarına dayanan çalışmalar yürütseler de sebeplerin ötesine, kendi ifadesiyle müsebbib’ül esbaba itibar eden bir anlayışı ıskalamamaları gerektiğine inanıyordu. Hatta belki de bu sebeple ilmi, tekniğe götüren anlayışının tersini savunuyordu. Doğanın bilgisi, bize birtakım kolaylıklar sağlayacak makineler üretmeye yaramayacak olsa da, bizatihi kendimizi anlamaya, kâinattaki kritik konumumuzu idrak etmemize yardımcı olabilirdi.
Bilim Heyeti yüzlerinde memnuniyetle ve tekrar görüşmek istediklerine dair sayısız temenni cümleleriyle kalkarken, Faruk da onları yola kadar geçirmek için takunyalarını giydi. Ancak kalkarlarken, duvarda asılı cümbüş bilimcilerin dikkatini çekti. Kendilerine bir parça çalmalarını istemelerine rağmen, cümbüşü en olmadık zamanlarda, ancak kafasına estiğinde çalan Faruk kibarca halinin müsait olmadığını söyledi misafirlerine.
Onları yolcu ettikten sonra dönerken, “biricik kardeşim”e insanın kendini tanıması için bilimin ne kadar tutarlı bir yol olduğunu sordum. Bilimin bir yol olmakla birlikte, bu yolun bizi nereye götüreceğinin aslında kişiyle ilgili olduğunu söyledi. “Bak, sana ne göstereceğim?” dedi eve girerken. Tepkimi beklemeden hızla merdivenlerden çıkmaya başladı. İkinci kata çıktığımda olmamış bir zeytini ufalıyordu. Yüzünde yaptığı işin vereceği sonuca ulaşmanın heyecanıyla gülümseyerek bir parça zeytini lamın üstüne, sonra lamı mikroskoba yerleştirdi. Merceğe bakarken, okülerleri ayarladı. “Gel abi.”
Temkinli adımlarla ilerledim, eğilip gözümü vizöre dayadım.
“Hiçbir şey görmüyorum.”
“Az sabır.”
Merakla bekledim. Görüntü yavaş yavaş açılmaya, gittikçe şekillenmeye başladı. İyice netleşince Faruk’un yüzü çıktı ortaya. Hem de herhangi bir zamanda çekilmiş vesikalık fotoğrafı gibi değil, işte şu son haliyle.