Hayırlısı Be

Tuğçe Asiye Ballı

A kişisi her gün sevdiği kişinin otobüsten ineceği vakitte gidip, onun inişini görmek için durağa oturup, otobüs bekliyor gibi yapıyor.

Bu sahnenin öncesi ve sonrasını, karakter detaylarını, olayın nereye bağlanacağını vesaire siz belirleyeceksiniz.

Hayırlısı Be

Durağın birinde oturduğu yerde işeyen o sarhoş adamı gördükten sonra duraklara oturmama kararı almıştım. Ama o gün çok yorgundum ve elim kolum doluydu. Otobüsümü de az önce kaçırmıştım. Hem de iki dakikayla. Bu en az on beş dakika bekleyeceğim anlamına geliyordu. Oturmazsam ölene dek iki büklüm kalabilirdim.

Neden öyle durağa monteli oturak yaparlar anlamam. İnsan, acaba sökülür de düşer miyiz, diye korkarak oturuyor. Hele de kilolu bir insan için ne kadar hırpalayıcı. Bir de bölmeli yapıyorlar, sanki hepimiz elli kiloyuz. Kötü bir şaka gibi. Zayıfım ama empati duygum devrede. Söylene söylene -içimden tabii- yerleşiyorum bölmeye. Poşetler gövdemi kaplıyor.

Sağ tarafımda ayakta duran bir delikanlı öne, arkaya, sağa, sola gidip geliyor. Elinde telefon. Otobüs soldan geleceği için onun olduğu yönle bir işim yok fakat hareketleri beni yoruyor.

Bir otobüs durdu. Yani anlatacağım konuyla alakalı olan otobüs. Heyecanlı “delikan” otobüse yürüdü. Bir adam arabadan düştü. Adamın biri arabadan düşerek indi. Adam arabadan inerken düştü. Heh oldu işte. O delikanlı yardımcı olur sandım ama onun gözleri amcanın arkasındaki Rapunzel’deydi. Neyseki üzerinde gri kot ceketi, gözünde gözlükleriyle bir yakışıklı indi. Hemen amcayı kaldırdı, üzerini silkelemesine yardım etti. İyi insanlar var -bana denk gelmese de- var olmaya devam edecekler. Amca, yakışıklıya ne dedi duymadım teşekkür etmiş olmalıydı. Hafiften topallayarak yürümeye başladı. Düşerken bileğini burkmuştu belli ki. Yakışıklı orada öylece kaldı. Demek ineceği durak burası değildi, demek yakın bir durakta inmeyecekti ki yolun devamını yürümüyordu. Sanırım âşık olmuştum. Bayılırım fedakâr insanlara. Bir ipte iki cambaz oynamadığından olsa gerek nerede bencil insan var, o benim yanımdadır.

Yakışıklıya bir isim vermek istiyorum. İnsanları güzel, yakışıklı diye sınıflandırmaktan nefret ederim. Ama yakışıklı deyip durdum, bak hâlâ diyorum. Niye böyle bir şeyin içine düştüm beeen… İnsanın yüzündeki en anlamlı yer karanlık bir çerçevenin ardındayken sıfatlar boş. Gözlüklerini çıkardığında hayal kırıklığına uğratan ne karizmalar gördü bu gözlerim.

Adı… Adı… Adı “B.” olsun.

B.’yi göz hapsine aldım. Altıncı hissi kuvvetli midir artık nedir, birden sağına, durağa, bana döndü. Gözlüklerini çıkarsın, gözlüklerini çıkarsın diye yalvarıyorum. Evren mesajımı reddetti. B.’nin kahrolası otobüsü geldi ve binip gitti.

Erkek olsaydım çok çılgın olurmuşum. Çoktan binmiştim onunla aynı otobüse. Ee sonra ne yapacaktım? Ne kadar sapık bir erkek olurmuşum, çılgın değil. Öyle her beğendiğim kızın ardından dedektiflik yapacaksam ohooo. Her beğendiğim değil canım. Neyse…

Lisedeyken aynı saatlerde karşılaştığım insanları hatırlamıştım. Saatime baktım. Belki o da yine aynı saatte geçerdi ve ben de o otobüse binerdim. Belki kitaplarım yere düşerdi. Belki bana da yardım ederdi. Kitapları elinde taşımayan biri olmam dışında sorun yok. Öyleyse haftaya küçük bir çanta takıyorum, elime de KPSS kitabımı alıyorum ve elim kolum dolu olmayacağı için onun otobüsüne biniyorum, evimin karşısında inip yürüyorum, şeklinde katmanlı bir karar aldım.

O bir hafta içinde aklıma çok nadir geldi yalan değil. Ama canım macera çekiyordu sanırım. Birine platonik sevdalanayım da muhabbet olsun.

Bir hafta boyunca hiç o saatte durakta olamadım. Bazen etütlere kaldım, bazen arkadaşlar deneme yapalım, filan dedi. Aklımda “Her gün aynı saatte geçiyor olabilir, niye bir hafta bekliyorsun?” sorusu vardı. Bir yandan da “Aman ya görsen ne olacak gelmişsin otuzuna, başlamışsın kırışmaya, elinde mesleğin yok, düşmüşsün bir gözlüklünün peşine!” diye de azalıyorum kendimi.

İşte o Çarşamba geldi. Bana eşlik edecek, aynı yöne giden bir arkadaşım olmadığı için şanssızdım. “İki kıkırdardık otobüste.” diye iç geçirmiştim. Ay en nefret ettiğim hareketler… Bana ne oluyormuş öyle, ne kadar sığ düşünceler… Ateş, bacayı saramayacak kadar uzak bu mevzuya. Yok yok, bunalımdaydım, anladım. Hâlâ geçmiş değil. KPSS bunalımı bu, kolay geçmez. Son virajdayız ve kazanamayacağımı düşünüyorum tabii, neye saracağımı şaşırdım.

Eveeet, Çarşambada kalmıştık. Durakta ayaktaydım, gözlerimi kocaman açmışım -normalde de kocaman açıklar- otobüsleri gözlüyorum. On beş dakika fazladan bekledim. Gelen giden yoktu.

Perşembe yine aynı. Cuma da. Durak bazen anlamını yitiriyor. Bir an nerede olduğumu, nereye gittiğimi unutuyorum. Yooo B.’den sebep değil. Aklımda tarihçinin ya da coğrafyacının verdiği kısayollar… Eğitim hocalarının verdiği örnekler…

Günler geçiyor. Sınava iki ay kala her gün deneme yapmaya başlıyoruz. Sonuçlarımı yazdığım kâğıdı çıkarıp çıkarıp bakıyorum. Otobüste, durakta, ders arasında, evde, uyumadan önce, uyanınca…

B. uçup gitmişti aklımdan. Unuttuğumu fark edince de “Aferin kız sana, asıl bu sensin işte, ne o öyle ergenler gibiydin.” deyip komşu teyzelik yapıyordum kendime. Belki de vazgeçtiğimi düşünmek işime geliyordu. Çünkü ne zaman vazgeçersiniz, ne zaman düşünmeyi bırakırsınız o zaman bileğinizden yakalar sizi vazgeçtiğiniz.

Bir Pazar ertesi… Dershane çıkışı durağa doğru yürüyordum. Kaldırımın kenarına geçip birden durdum. O gün deneme sonuçlarıma bakmadığımı hatırladım. Çantamdan kâğıdı çıkarıverdim. Yürümeye devam ettim. “Bugünkü düne göre kötü. Üç net Türkçe, altı net matematik artmalı…” derken kâğıt elimden düştü. Öyle çok da rüzgâr yok. Hafif bir esinti, kâğıdı ayaklarımın altından arkaya uçurdu. Döndüm. Gri ceketli B. Gözlüksüz B. Vallahi de billahi de yakışıklı be.

“Teşekkür ederim.”

“Rica ederim. Başarılar dilerim.”

KPSS’ye hazırlandığımı anlamasa da bir sınavımın olduğunu tahmin etmek zor değildi herhalde. Kuru bir başarı dilemişti. Kuru mu?

Çekip gitti. Beni beğense konuşurdu. Evet, tabii konuşurdu.

Tez çürümedi. Vazgeçmediğim için bileğimden kavranmadı. Mutsuz son.