O’ndan geldiğini bilirdim. O’ndan gelen güzel olmaz mıydı? Elbette. Ben, mısralardan topladım seni. Şiirlere serpiştirilmiş adın. Hayalin diyar diyar dolaşmış, menzilini bulmuş. Tevakkuf mahallin şuram olmuş. Şimdi ise birkaç kelimede kaldın; uzaksın ya, güzel sensin.
Mevsimler geçiyor. Aylar birbirini kovalıyor. Fakat mavi otobüsün durağa yaklaştığı saat hiç değişmiyor: 16:40. Seni ilk gördüğümde, seninle başka bir âlemde ülfetimiz olduğuna adım gibi emindim. Bu aşinalığın izahını başka türlü edemedim; dimağım yetmedi.
Yedi mevsim önce. Martın üçü. Kalabalık bir sokak. 73832 numaralı durak. Beş metre ilerisinde yirmi metrekare bir dükkân. Tezgâhında ben. Mavi otobüs köşeyi dönüyor. Şoför direksiyonu sağa kırıyor. O an içeri bir hanımefendi giriyor. Atatürk İlkokulu’na nasıl giderim diye soruyor. Durağa yanaşan otobüsü göstererek şu otobüs gider diyorum. Hanımefendi teşekkür ederken kapı çarpıyor, koşarak otobüse gidiyor. Yığınla insan otobüsten iniyor. Yüzlerinde bıkkınlığın farklı tonları. Orta kapıdan bir kimse iniyor. Dirseklerimi, dayadığım tezgâhtan kaldırıyorum. Bu kez el ayalarımı dayıyorum tezgâha. O yığın insan bir anda silikleşiyor. Sadece o kalıyor. Otobüsün geldiği yöne adımlarını ilerletiyor. Dudaklarımdan istemsiz o sözler çıkıyor: Seni tanıyorum. Çivilenmiş gibi kalıyorum olduğum yerde. O gidiyor.
Bir sonraki güne dek peşimi bırakmayan düşünceler ve sabahı kovalayan gece.
Yedi mevsim öncesi. O malum günün sonrası; martın üçü. Müşterisi olmayan bir dükkân. Tezgâhta, dikkatli inceleyenin göreceği parmak izleri. Dışarısı soğuk. Dünü hatırlayışımdan bana kalan kalp çarpıntıları kendini tekrarlıyor. Soluklarım hızlanıyor. Hangi otobüstü diyorum. Atatürk İlkokulu’na giden otobüsler hangileriydi? Buradan geçen otobüslerin hepsi Atatürk İlkokulu’ndan geçerdi.
Dün, onu gördüğüm zamana tekabül eden saat dilimini anımsamaya çalışıyorum. İkindiyle akşam arası bir vakitti. Buna emindim. Dükkâna bir beyefendi giriyor. Bademin kilosunu soruyor. Yarım kilo verir misin diyor. Veriyorum. Parayı uzatıyor. Para üstünü uzatıyorum. Beyefendi çıkıyor. Saate bakıyorum. İkindiye az var. Oyalanmak için ne yapmalı diye düşünüyorum. Telefonu cebimden çıkarıp şehir içi ulaşım uygulamasına giriyorum. Durak arama kısmına 73832 yazıyorum. Yaklaşan otobüsler alt alta sıralanıyor. Onlarca otobüs. Sayfa gözümü korkutuyor; çıkıyorum uygulamadan.
Bir saat geçiyor. Bir de beş dakika. Birkaç müşteri dışında dikkatim durakta, otobüslerde. Bazen köşeye de gidiyor gözüm. Erkenden görme ihtimaliyle, istemsizce gidiyor gözüm; toparlanıp, kendine gel, diyorum. İçimden.
O ikinci görüş gerçekleşiyor. Otobüs köşeyi dönüyor, durağa yanaşıyor. Varabildiği her koltuğa ilişmek istiyor gözlerim. Yokluyorum camlar ardında onu. Görüyorum. Ayaklanıyor ve yavaşça iniyor orta kapıdan. Otobüsün numarasına bakıyorum hemen; 927. İçimden tekrar ediyorum birkaç defa. Unutma korkusuyla tezgâhın üzerindeki bir kâğıda da yazıyorum. Gözüm onda. Yürüyor, otobüsün geldiği yöne gidiyor. O an, yine, o aşinalık hissi vaki oluyor bende. Bu hissi nasıl anlatırım bilmiyorum. Bilmediğimdendir, ne vakittir susuyorum.
Gün, kendini geceye emanet ediyor. Onlarca sual peyda oluyor, geceye çengelli iğneyle tutturuluyor. Bu zamana dek nasıl olur da onu fark etmem? Bunca zamandır orada mıydı hep? Kimdi? Nereden tanıyordum onu? Öyle nereye gidiyordu? Nereden geliyordu? Her gün aynı saatte orada olur muydu? Kuruyemiş sever miydi? Bir gün dükkâna uğrar mıydı? Daha nicesi. Soruların hepsi ve dahası gün ağarana dek karanlığın hüzmelerinde dolaşıyor, kulaklarımdan içeri doluyordu.
Gündüz emaneti devralıyor. Daha nicesi diye kestirdiklerim gün boyu ensemde yuva yapmış bir şeyi andırıyor. Bir şeyler fısıldıyorlar bana. Gözüm hep saatte. Müşteri gelirse kafam dağılıyor. Değilse ensemdekilerle cedelleşiyorum. Derken saat dördü geçiyor, buçuğa yaklaşıyor. Telefonu cebimden çıkarıyorum. Şehir içi ulaşım uygulamasına giriyorum. Durağın numarasını yazıp sıralanan otobüslerin içinde 927’yi arıyorum. 12 dakika içinde geliyor… yazıyor numaranın hemen altında. Gözüm hemen telefonun üst köşesine gidiyor. 16: 28. Bakışlarım caddeye bakan camekâna gidiyor; kırk geçe yani, diyorum mırıldanır biçimde. Tekrar telefona bakıyorum. Geri tuşuna basıp ana ekrana geliyorum. Telefonun sağ kenarındaki tuşa basıp onu cebime atıyorum.
Duvardaki saat, saatin duvarda asılı kalmasını sağlayan çivi, saatin beşe yirmi beş oluşu… Bunların tümü sen varsın diye anlam kazanmıştı. Dükkânı çevreleyen camekân, ardında sen yürüdüğün için bir cam olmaktan çıkmıştı. Dakikalar, senin geleceğini bildiği için böylesine nazlı ve yavaştı.
Duvardaki saat beşe yirmi olduğunu gösteriyordu. Telefonu çıkarıp saate baktım; 16:39. Hemen o uygulamaya girip durak numarasını yazdım. Sıralanan sayıların ikincisi 927’ydi. Birkaç saniye içinde geliyor… Yutkundum. Telefonu cebine attım. Koyu mavi otobüs tüm ihtişamıyla köşede göründü. Mavinin bu koyu tonu, senin habercin olduğu için bu denli güzeldi. Durağa yanaşan otobüsü yoklayış, içinden onu seçiş ve izleyiş. O endamın eşsiz tevazusu, onun aksedildiği çehre.
Günler, bir öncekinden farklı olarak, o vakitte, 16:40’da, 73832 numaralı durakta beklemekle geçiyordu. Zaman yalnızca 16:40’ta anlamlanıyor, dakikalar o saate kavuşmak için ilerliyordu sanki.
Zaman geçtikçe her dakikayı daha iyi hatırladığımı fark ettim. Saatin beşe yirmi beş kalışını, ondan bir dakika önce montumu giyip durağa gidişimi, otobüse binecekmişim gibi kartı elimde çevirip durmamı. Bunların hepsi her gün olan şeylerdi ama olağan değildi. Hepsinin sonunda seni görüyordum. Dünden farklı olarak. Yarından farklı olarak. Bu yüzden her şey daha anlamlıydı. Sırf bu yüzden nereye gittiğini asla bilmedim. Seni görmenin tüm sorulara cevap olacağını bilerek orada bulundum. 73832 numaralı durağın 16:40 müdavimi oldum.
Vakta ki bir güz günü çehrende farklı bir hâl sezdim, işte o zaman yürüdüğün peşine düştüm. Bunun nasıl bir hâl olduğunu nasıl anlatayım; dimağım yetmez. Sen yürüdün, ben yürüdüm. Sen yürüdün, ben yürümedim. Yürümek denmezdi buna. Sahraya adım atışımızın vaktini anımsayamıyorum. Ne o otobüsün koyu maviliği kaldı ne 73832 numaralı durak ne de 16:40 müdavimi olan ben. Sen yürüdün, ben peşinden geldim. Ama nasıl bilmem. O güz günü, sahrada ilerlerken, bir zamanlar senin için düşündüğüm şu şeyi anımsadım: sen hariç, hüznün başka hiçbir tonunu sevmiyordum. Âh sersem başım! Sana kavuşamamayı hüzün bilip, bilmenin ötesine geçemeyen başım.
İşte, asıl şimdi buldum seni. Bu sahrada. Sağımız solumuz olmuşken, önümüz arkamız nere bilmezken. Dizine başımı koyduğumda, yeryüzü bana gurbet olduğunda. İşte şimdi buldum seni.
Çehrene aksedilmiş tevazuya kurşunlandığım vakit… İşte o vakit meğer aksedilene değil, aksedene vurulmuşum.
Sana dair kurduğum tüm güzel cümleleri topladım. Hepsi, senin aslına dairdi. Sen bildiğim, senin ardındakiydi. Görünenden maksut bir perdeden başkası değildi. Dedim ya, ben mısralardan topladım seni. Şimdi hangi birini yazsam öbürünün hatrı kalır. Fakat her mısra, sana dair övgüleri bağrında taşır.
Bulana kadardı 73832’de belirişin. Otobüsten inişin. Şimdi, kalabalık şehrin gurbet olduğu bir hayatın ortasındayım. Fakat öncekinden farklı; seni bulduğumu sandığımdan farklı. Yoksun fakat buradasın. Otobüste değilsin ama buradasın. Köşeyi dönmüyor otobüs ama buradasın. O hızlı hızlı soluk alış verişim benimle. İşte buradasın. Uzaktasın, ama buradasın. Güzeller hep uzaklarda olanlar değil midir? Ama buradasın, şuramda.
İşte buldum seni. Nasıl buldum bilmem, anlatamam; dimağım yetmez. Lâkin okuduğum kıymetli birkaç satır dua niyetine geçtiyse ve kabul olduysa ne mutlu bana: Mâsivâ-yı aşkının sevdâsını gönlümden al / Aşkını eyle iki âlemde bana âşinâ.
Hacer Noğman
Haftanın Görevi ➤ Sahne öyküleştirme: A kişisi her gün sevdiği kişinin otobüsten ineceği vakitte gidip, onun inişini görmek için durağa oturup, otobüs bekliyor gibi yapıyor.
Bu sahnenin öncesi ve sonrasını, karakter detaylarını, olayın nereye bağlanacağını vesaire siz belirleyeceksiniz.