“Gözünü sevdiğim hafta sonu nasıl da çabucak geçti. Şu pis billboarddaki seramik reklamı da bana katılıyor bence. “Zamana hükmeden tasarım: Kronos” serisi artık tüm yaşam alanlarındaymış. Herkese söyleyesim var. İşe gidilmeyen, otobüse binilmeyen, sevgili görülmeyen günleri ben kolay atlatıyım diye bükülüyor zaman. Bakın sevgili insanlar, değerli büyüklerim hiç bu kadar anasının gözü, bu kadar babası muhtar olan birini gördünüz mü daha önce? Pek tabii görmediniz ama inanın nasıl oluyor da tüm işlerim böyle tıkırında gidiyor ben de bilmiyorum” diye söylenerek çıkıyor Adem, fakülte binasının büyük kapısından. Sabah ne bulduysa üstüne geçirdiği için kıyafetleri bizi buradan alın diye bağırıyor. Avurtları çökmüş.
Altıyı kırk geçe saat kulesinin önündeki durakta, bugünlerde peşinde sürüklendiği kızı, Nihal’i bekliyor olması gerekiyor. Esmer, yuvarlak küçük suratlı minyon bir kız. Geçen yıl mezun oldu fakülteden, bir üst dönemiydi Adem’in. Onu tekrar görmek unuttuğu anıları hatırlattı. Nerede çalıştığını bile daha soramadı ama konuşacak bugün yarın. Kafasında hangi renk takımı giyeceği düşüncesiyle çaldığı kapıyı koca gülümsemesiyle annesi açıyor. Önce ev konuşuyor. Büyük kucağı da açılıyor kapısıyla birlikte. O kucak ki ne yapıp edip oradan çıkmayı kotaramazsın. İsyan edip ona zarar vermeye çalışırken bir doksan babasını yumruklayan elli santimlik bebek gibisindir. Sen vurdukça o senin ellerini öper. Çok acımadı değil mi babacığım?
Sonra annesi konuşuyor;
“ Buyrun efendim hoş geldiniz, ben de seni bekliyordum. Sofrayı hazırlayıp hazırlayıp bozdum sana layık olasıya kadar. En sonunda içime sindi ama, hadi.“
Her gün akşam işe gidiyorum diye evden çıkan oğlunu çetin bir ısrarla vazgeçirmeye çalışıyor. Zeki kadın, en sevdiği yemeği yapmış. Tirit’in kokusu tüm apartmanı mesken edinmiş.
“Off nasıl nasıl güzel gözüküyor bitanesin, ama beş dakikam bile yok yetişemem biliyorsun.”
“Biliyorum biliyorum da hiç içime sinmiyor. Hayır ihtiyacın da yok. Yorgun argın okuldan gelip ne diye bir de işe koşturuyorsun?”
Nihal’i görecek olmanın muştusuyla annesini kandırmanın verdiği huzursuzluğu birbirine vuruyor. Yüzünde bir bulanıklık. Çıngılar kopuyor içinden, gelgitler geliyor gidiyor. Kazanan belli, bir güzel hazırlanıp dışarıya atıyor kendisini. Ege Denizi’ni bir ucundan yakalayan camda annesi, uzaklaşan oğlunu izlerken yasemin çayını yudumluyor. Suya bıraktığı kâğıt gemisini izleyen bir çocuk dikkatinde.
Adem yürürken ikide bir sol omzundan dönüp arkasını kontrol eder. Takibe giderken takibe alınmasın. O sırada tam üstünden geçen kuş sürüsü güneye göç ediyor. Saat altı otuz yedi. Nefes nefese ama yetişti. Durakta soluklanacak en az üç dakikası bile var. Saat altı otuz dokuz. Otobüs erken geldi. Sisler Bulvarı’na akşam çöküyor. Son otobüsten Nihal iniyor. Ve beraberinde bir dolu insan da. Bugün gri ceket ve bordo kumaş üstüne farklı renk boyalar hızlı hızlı fırlatılarak yapılmış gibi duran, uzun etek giymiş. Ne deniyordu ona? Gotik olabilir batik de ya da mistik. Elinde de koca bir poşet var. Ağır belli. Poşetin olduğu tarafa meyilli yürüyor. Duraktan çarşının yokuşuna doğru çıkıyor. Adem otobüs bekleyen insanların arasına kamufle etmiş kendini, sanki şuuru yerinde değil gibi sadece kıza bakmakla yetiniyor. Gelip geçen insan seli bir sağ omzundan vuruyor bir sol. Artık köpekler bile varlığını yok sayıp üstünden geçmeye çalışıyorlar. Aklı başına gelmiş olacak ki sonunda kızın peşine takılıyor. Fark edilmemek için aralarına ne kadar mesafe bırakması gerektiğini öğrendi tabii. İlk günlerdeki acemiliği pek kalmadı. Tüm şehrin o saatlerde meydanda olması da takip ederken fark edilmesini önler, işine gelir. Söylemişti her şey tıkırında.
Nihal yokuşu çıkarken sürekli ritim değiştiriyor. Arada neredeyse koşacak gibi olup sonra aniden çok yavaşlıyor. Hep etrafı seyrediyor, hiç önüne indirmedi kafasını şimdiye kadar. Sağ taraftaki turkuaz kapılı bir terzi dükkânına giriyor. Adem de on metre kadar gerisinde bir arabanın gölgesinde duruyor. Merakından çatlıyor. Nihal’in çıkmasıyla giriyor dükkâna. Terzi kadın içeride yalnız. Altmış beş-yetmiş yaşlarında. Geçen her yılın kendisini derince imlediği yüzünde tarifsiz bir sevinç var. Avuçlarındakilere bakıyor ışıldayan gözlerle. Sandalyeden iki hamlede kalkıp Adem’in boynuna sarılıyor. Bayağı da sıkıyor. Elinde beş tüp krem. Dörder milimden yirmi milim. Kremlerin üstünde büyük altın rengi harflerle “pürüzsüz cildi korumanın en etkin yolu” sloganı var. Tüplerin hepsini boşaltıyor kadın yüzüne. Adem tam anlamıyor soracak oluyor ama Nihal’i gözden kaybetmenin korkusuyla fırlıyor sokağa. Berbere girerken görüyor kızın bordo eteğinin ucunu. Eteğin ucu bu kez dükkândan çıkarken görünüyor. Adem kremleri havaya atıp kapan sonra tekrar havaya atan ustayla çırağa da pek anlam veremiyor. Bir dükkâna daha girip çıkıyor kız. Poşet iyice hafiflemiş gözüküyor.
Nihal yokuşun sonuna geldi. Yavaşlıyor, gittikçe yavaşlıyor, bu sefer tekrar hızlanamıyor. Kafasını öne eğdi ilk kez, durup telefonuna bakıyor. Yeni bir mesaj var.
“Şirketimiz mensubu olduğunuz için size tanınan ve bir paketle sınırlandırılan hediye ürün hakkınızdan defaatle yararlandığınız ve otuz iki çift ürünü şirketimizi zarara uğratarak alıkoyduğunuz tespit edilmiştir. Ürünlerin iadesi, eğer ürünlerin ambalajları açıldıysa da verilen zararın karşılanması için üç iş günü içerisinde geri dönüşünüzü bekliyoruz.”
Başı, başı ağırlaşıyor. Tutamayacağı raddeye gelince eliyle başını destekleyip yere çöküyor. Sıralı düşüyor gözyaşları asfalta. Yokuşun en tepesinde ”Ben bunu nasıl yaptım?” diye sallanıyor. Zaman büküldüğü yerden çözülüyor. “Ben bunu nasıl yaptım?” Nihal ağlamaktan kan oturan gözleriyle etrafı tam seçemiyor artık. Takip sonlanıyor. Onun yakarışlarını duyan, göğe yükselen nedametini gören Adem büyük gözleri ve otuz iki diş gülümsemesiyle kıza yaklaşıyor. Elinden tutup kaldırıyor. Saçlarını, yüzünü okşuyor. Kulağına eğilip;
“Kendimi hiç bu kadar hafif, huzurlu hissetmemiştim. İyi ki varsın. Sence de bugünün insanın içini içine sığdırmayan bir güzelliği yok mu? ”diyor.
Yan sokaktan tanıdık bir başka keskin ses feryat ediyor. Yokuşu tırmanamamış, yarısında serilmiş yere. Geçen ay boyunca duraktan evine kadar takip ettiği o kız. Gırtlağı yırtılacak.
“Ben bunu nasıl yaptım?”
Adem sese doğru yürüyor. Baharın ilk günlerinde elinde bir papatyayla kırlarda yürür gibi, ağzında bir tekerleme kelimeleri tam çıkarmaya çalışıyor. Bir sokak daha ötede -bu kez yokuşun başında- diğer bir tanıdık ses feryat ediyor.
“Ben bunu nasıl yaptım?” Şimdi de ona yöneldi.