Söyle Bana Hindiba

Özge Korkmaz

NOT: Bu öykü, yazarının onu yazarken dinlediği şarkıların ve şiirlerin etkisinde kalmıştır. Bırakın, kalsın.

SÖYLE BANA HİNDİBA

Bakkal Rüstem’den iki ekmek alıp eve dönüyordum ki köyün girişindeki duraktan gelen sesi duydum. İlçeden siparişlerimiz vardı. Sabah minibüsüyle gönderecekti amcam. Hazır otobüsü yakalamışken gidip alayım, dedim. Elimde ekmekler, ayağımda terlikler ve ahenkle halay çeken saçlarımla birlikte durağa yanaştım. Şoför İhsan beni görünce camdan seslendi:

-Gel len Seyhan, amcanın emanetlerini al.

-Geldim geldim İhsan ağabey, sağ olasın.

-Eyvallah, selam söyle babana.

-Aleyküm selam, rastgele.

Minibüs önümden geçip tozu dumana katarken poşetleri yüklendim. Tam adım atacaktım ki kafamı kaldırınca gördüğüm şey karşısında donakaldım. Ahu desem değil, huri desem değil, melek desem az kalır, rüya desem az evvel uyandım da ekmek aldım ya bakkaldan, o da değil. Sanki yeni açmış taçlı dağ lalesi. Öyle güzel, öyle dokunmaya kıyamazsın.

-Affedersiniz, ben buranın yabancısıyım. Ali Osman amcanın evini arıyorum da tarif eder misiniz rica etsem?

-Ta ta tabii. Bu yolun sonundan sağa dönün, hemen karşıdan görünür. Mavi kapılı ev onun.

-Çok sağ olun, iyi günler.

-Ne demek, estağfurullah. Size de iyi günler.

Baktım ardından. Ağır ağır yürüdü topraklı yoldan, yol ufaldı ayağının altında. Elimdeki yükler hafifledi, ben hafifledim bir kuş kadar. Yolun sonundan sağa dönüp de gözden kaybolunca kendime geldim. Evin yolunu tuttum. Yürürken ayağımdaki şıpıdık terlikleri gördüm. Sonra yataktan kalktığım gibi kendimi bakkalda bulduğum aklıma geldi. Sonra...Sonrası mâlum. Gidene kadar kendimle kavga ettim. Paspal Seyhan, kim bilir ne düşündü kız senin hakkında. Sefil gibi ne attın kendini sokaklara, yarım akıllı seni!

Eve geldiğimde bizimkiler çoktan sofraya oturmuş, ekmeği bekliyorlardı.

-Ekmek almaya ilçeye mi gittin oğlum? Yarım saat oldu.

-Yok ana ya yolda dokuz otobüsüne denk geldim. İhsan ağabey amcamın yolladıklarını getirmiş, onları aldım.

-İyi hadi koy onları mutfağa da gel, çayın soğudu.

Kahvaltı boyunca onu düşündüm. Kimdir, Ali Osman amcanın nesi olur, niye gelmiş, ne zaman gidecekmiş, adı neymiş? Sorular art arda boğazıma durdu. “Ben doydum, size afiyet olsun.” deyip kalkıverdim sofradan. Doğru banyoya gittim. Traş oldum, saçlarımı taradım, kendime bir çeki düzen verdim. Dolaptan ütülü bir gömlek alıp üzerime geçirdim. Sonra attım kendimi dışarı. Derin bir nefes alıp Ali Osman amcanın evine doğru yürüdüm. Yürürken güneşin ilk kez böyle şavkıdığına şahit oldum. Her gün üstüne basıp geçtiğim, yol boyunca bitmiş yoncaların hepsini ilk kez bu kadar yeşil gördüm. Üstelik hepsi dört yapraklıydı. Kalbim ilk kez bu kadar hızlı çarpıyordu. Kalbim, belki de ilk kez varlığına değecek bir şey için çarpıyordu.

Ali Osman amcanın evini gören bir duvarın arkasında pusuya yatıp beklemeye başladım. Ya gittiyse diye korktum bir an, sonra saate baktım. Gitmiş olamazdı çünkü bizim köye ilçe otobüsü iki saatte bir gelirdi. On bir otobüsünün gelmesine de daha yarım saat vardı. Eğer hemen gidecekse ona binmesi lazımdı. Bekle bekle geçmezdi yarım saat, iyisi mi bir bahane bulup gireyim eve dedim. Sonra vazgeçtim. Yaşlı başlı adamı alet etme bari kendi işlerine, ayıptır. Kendi kendime konuşurken çıktı evden ahu gözlü. Ali Osman amcayla ayak üstü birkaç dakika daha lafladılar. Sonra vedalaşıp durağa doğru yürümeye başladı. Köydekiler görüp de yanlış anlamasın diye epey geriden takip ettim. Durağa vardığında otobüsün gelmesine daha on iki dakika vardı. Banka oturup çantasından bir kitap çıkardı. O kitabını okurken ben de birkaç adım ötesindeki dut ağacının arkasına gizlendim. Onu daha yakından görmek, her detayını iyice bellemek için izlemeye başladım. Gözlerini her kırpışında, her nefes alışverişinde ayrı bir ahenk vardı. Kimdi bu türkülere yaraşacak güzellik, duruluk? Benim bildiğim Ali Osman amcanın bir oğlundan başka kimsesi yoktu, o da yıllardır başka şehirde çalışıyordu. Hanımı vefat edeli sekiz sene oldu, o günden beridir bir başına yaşayıp gidiyor. Bir tanıdığı, akrabası, ahbabının kızı falan desek e bunca zaman neredeydiler? Hiç olmazsa bayramda seyranda bir kapısını çalıp hayır duasını alırlardı. Ben yine kendime laf yetiştirirken otobüs yolun diğer ucundan göründü. Ay yüzlü, ayracını kaldığı sayfaya koyup kitabı kapattı. Çantasına koyarken gördüm kitabının adını: Söyle Bana Hindiba. Ne güzel isimmiş dedim içimden, okuduğu kitap bile ayrı güzel. Otobüs yanaştı, köyümün neşesini aldı, tozu dumana kattı. Elinden en sevdiği oyuncağı alınmış çocuk gibi kalakaldım ortada. Keşke bana da söylesen hindiba, kim bu ahu gözlerini sevdiğim dilber?

Avare gibi dolaştım tüm gün meydanda. Sürülecek tarlalar vardı, babam yarın hallederiz demişti. Ona da gitmedim. Akşam olunca döndüm eve, odama girip yattım. Ne uyku girdi gözüme ne de sabah oldu. Döndüm durdum. Sabah dokuz olmadan durağa gidip oturacaktım. Yine gelirdi belki. Ya gelmezse? Dur onu düşünme şimdi, niye gelmesin, gelir. Otobüs bekliyormuş gibi yapacaktım. Hem bugün bana adres sorduğunu hatırlarsa, beni tekrar görünce selam verir belki. Ben de sorarım ne için gelmiştiniz diye. Sen niye soruyorsun oğlum, sen köy muhtarı mısın? Tamam tamam öyle sormam, yanlış anlar. Siz Ali Osman amcanın nesi oluyorsunuz? Evet bunu sorayım, bu iyi. Sabah, uyanır uyanmaz, bu sefer saçımı başımı düzeltip karşısına çıkacaktım.

Saat yedide uyandım. Daha doğrusu hiç uyumadım. Karnımda bir şeyler karıncalandı durdu gece boyu. En son küçükken, bayram sabahlarında böyle hissetmiştim. Hazırlanıp çıktım. Durağa vardığımda saat sekize çeyrek vardı. Belki erken gelirdi, kaçırmak istemiyordum. Oturdum ve bekledim. Saat dokuz oldu, bekledim. On bir oldu, bekledim. Bir oldu, bekledim. Sonunda dayanamadım ve öğlen üç otobüsüne binip ilçeye gittim. Son durakta inip şoför İhsan’ı buldum.

-Selamun aleyküm ağabey.

-Oooo aleyküm selam Seyhanım, hoş geldin. Ne içersin?

-Hoş buldum ağabey, almayayım sağ ol. Ben sana bir şey soracaktım.

-Buyur.

-Hani dün amcamın gönderdiklerini teslim etmiştin ya bana.

-Evet. Hayırdır bir eksiklik, yanlışlık mı olmuş yoksa torbalarda?

-Yok ağabey, onunla ilgili değil. Ben senden torbaları alırken bir hanım indi otobüsten hatırladın mı?

-Evet, Rüveyda hemşire.

-Hemşire mi?

-Ali Osman amcaya geldi o. Geçen hafta şekeri yükselince fenalaşmış, komşular hastaneye götürmüş. Doktor da haftada bir gün insülin vurulacak demiş. Yaşlı olduğu için hemşire evine gidiyor.

-Öyle mi? Haberim yoktu.

-Ne oldu, sen niye sordun?

-Ha...Bir şey olmadı ya, dün otobüse binerken kalemini düşürdü. Ben de tam oradan geçiyordum, denk geldim. Seslendim arkasından ama duymadı, bindi otobüse. Onu verecektim sana ama neyse seni meşgul etmeyeyim ben hastaneye bırakırım.

Demek Rüveyda, demek hemşire, demek ondan şifa getirdi kalbime. Ne güzel isim, insanın söyledikçe söyleyesi geliyor: Rüveyda. Avcuma yazsam da yumsam, kimseler görmese benden başka, kimseler bilmese.

Hastanede aldım soluğu. Bahçede birkaç tur attım. İçeri girmeye cesaret edemedim. Çıksa da görsem diye dua ettim. Ben volta atarken bir ambulans sireni ortalığı inletti. Kapıları açıldı, sedyeyi indirdiler aceleyle. Koşarak geldi birkaç hemşire. İçlerinde o da vardı. İzledim uzaktan, telaşını seyrettim. “Allah şifâ versin.” dedim gelen hastaya, Allah bana da şifâmı versin.

Dizlerimde kalan son dermanla hastanenin bahçesinden çıkıp ilçenin kitapçısına doğru yürüdüm. Yürüdükçe yollar ayağımın altında ağırlaştı çünkü ondan uzaklaştım. Gün batmak üzereydi, son otobüse yetişmem lazımdı. Kitapçıya girip sordum: "Söyle Bana Hindiba var mı?" “Var.” dedi adam. Aldım ve ödedim parasını, hayırlı işler dileyip çıktım. Son anda yetiştim otobüse. Kendimi en arka koltuğa attım, poşetten kitabı çıkardım. Şiir kitabıymış. Demek şairler şiir yazar, şiirler kendini okurmuş. Buldum kitaba ismini veren şiiri, okumaya başladım.

“kartallar uçar mı bir harâbeden

köprülerden benim yârim geçer mi

sen neden bu kadar güzelsin, bilmem

taşırsın yeryüzüne ebedî tohumları

ben ise kuruyacak bir suyun mahkûmuyum

avuçlayıp öpüyorum kumları”

-Yeğenim son durak, inmeyecek misin?

-Affedersin ağabey dalmışım. Kolay gelsin, hayırlı akşamlar.

-Sağ olasın, hayırlı akşamlar.

Bir hafta boyunca her gece okudum. Ezberledim bile şiirleri, onun tekrar geleceği günün hayâlini kurarken. Bir hafta elbette bir hafta gibi geçmedi. Uzadı da uzadı, canımdan bezdirdi. Ne yemek yedim doğru düzgün, ne uyudum, ne yaşadım. Ali Osman amcanın iğne günü gelsin bir an önce diye duayı duaya bağladım. Bir Rüveyda türküsü tutturdum, söyledikçe ağladım.

Nihayet o gün geldi çattı. Yine kargalarla beraber uyanıverdim. Mavi gömleğimi giydim, saçımı taradım, ayakkabılarımı parlattım. Gittim durağa beklemeye başladım. Açtım kitabı, içinden birkaç şiir okudum. Vakit yaklaştıkça karnımda bir şeyler kıpırdadı. Olur ya, insan sevince içi kıpır kıpır olur. Nereden biliyorsun sen bu beylik lafları Allahını seversen? Yine kendime laf yetiştiriyordum ki köyün ihtiyarlarından Sami amca gördü beni. “Sabah sabah ne işin var burada?” diye sordu tabi. “İlçeden sipariş gelecek.” dedim. Baştan aşağı süzdü, “İyi bakalım rastgele.” dedi. Siparişleri karşılamak için mi böyle damat gibi hazırlandın diyebilirdi ama demedi çok şükür.

Yolun ucundan dokuz otobüsü göründü. Birden ayağa kalktım. Bir de esas duruşta bekle istersen, oğlum sen niye böylesin ya? Yaptığım şeyin saçmalığının farkına varınca geri oturdum. Kitap elimdeydi. Nereye koyacağımı bilemedim, görürse anlar onu takip ettiğimi diye üzerine oturdum. Otobüs biraz daha geç kalsaydı heyecandan köyün çıkışına doğru koşabilirdim. Neyse ki geldi. Karşımda durdu. Kapısı açıldı ve Rüveyda’yla göz göze geldik. İndi, bana bakıp “İyi günler.” dedi. “İyi günler.” diye karşılık verirken yine birden zıplayıverdim. Kız tam kafasını çevirip gidecekti ki kitabı gördü.

-Aaa, ne çok severim bu kitabı. Okudunuz mu?

Al işte, alık seni ne diye kalktın ayağa. Hadi kalktın neyse de niye kitabın üstüne oturdun?

-Şey, ben, evet okudum. Çok güzel şiirler.

-Bir resim bir ressamı ağlatır bir yerlerde, bir eşya bir hamalı. Ben hâlâ öğütülen anılarıma değil, değirmene inanırım.

-Sizin de mi ezberinizde?

-Evet, o kadar çok okudum ki farkında olmadan ezberlemişim. Bu arada ben Rüveyda.

-Memnun oldum, ben de Seyhan. Ali Osman amcaya mı yine?

-Evet. Hemşireyim ben. Haftalık iğnesini yapmaya geliyorum Ali Osman amcanın.

-Öyle mi, hoş geldiniz sefa geldiniz.

Çantasına uzandı. Bir kitap çıkardı.

-Madem şiir okumayı seviyorsunuz, kabul ederseniz bunu size ödünç vereyim. Ben her hafta aynı gün geliyorum buraya, okuyunca verirsiniz.

Kitabı aldım elime. Baktım adı Rüveyda. Allah’ım kalbim çıkacak yerinden, kendinden bir parça verdi bana. Bir daha geleceğinin haberini verdi, bir sonraki görüşmenin sözünü verdi. Sonra bana gülümsedi de ömrüme ömür ekledi.

-Sağ olun, çok mutlu oldum. En kısa zamanda okuyup veririm tabii.

-Geciktim ben, gideyim. Tekrar memnun oldum, iyi günler.

-Ben de çok memnun oldum. Kolay gelsin size, iyi günler.

Gitti. Baktım ardından. Ağır ağır yürüdü topraklı yoldan, yol ufaldı ayağının altında. Bir elimde Rüveyda, diğerinde Hindiba öylece kalakaldım yolun ortasında. Sonra mırıldandım:

söyle bana hindiba,

sen nasıl bu kadar ceylan koşması,

sen nasıl bu kadar yollar aşması,

sen nasıl bu kadar güneşe meftun,

sen nasıl bu kadar sahra çeşmesi?

Özge Korkmaz

Görev:

A kişisi her gün sevdiği kişinin otobüsten ineceği vakitte gidip, onun inişini görmek için durağa oturup, otobüs bekliyor gibi yapıyor.

Bu sahnenin öncesi ve sonrasını, karakter detaylarını, olayın nereye bağlanacağını vesaire siz belirleyeceksiniz.