Cümle 1: Hastanede doğmuşum.
Cümle 2: Ben lam diyeyim sen cim anla.
Cümle 3: Ve olan biten her şey, işte o akasya ağacının altında son buldu.
Hepsi Abartı
Hastanede doğmuşum. Öyle boş boş bakmayın, bu şehirde hastanede doğmak ayrıcalıktır. Taa o zamandan belliymiş farklı biri olacağım. Sessiz bir çocukmuşum. Çok cılızmışım. Annem hep veremden öleceğim diye korkarmış, babaannem anneme kızıp dururmuş: “Avuç kadar kaldı sabi, bir emziremedin, bir besleyemedin.”
Beş yaşıma kadar pek konuşmamışım. Tek hecelik kelimeler uydurmuşum bazı şeylere. Bizimkiler ağzıma sürmedik şey bırakmamışlar dilim açılsın diye. Onları başka zaman anlatırım. Sonuç olarak dilim açılmamış. Açılmış da azıcık işte. Kekeme olmuşum.
Okulda mecbur kalmadıkça konuşmadım. Öğretmenlerim pek üzerime gelmezlerdi, soru sormazlardı. Kimse kabuğumu kırmama yardım etmedi, kırılırım diye. Eğer ısrarcı olurlarsa daha da içime kapanırım sandılar, okulu bırakmamdan korktular. Anneme toplantılarda böyle şeyler söylediler. Belki de haklıydılar.
Orta ikinci sınıftaki Türkçe öğretmenimiz piyes yazmamızı istemişti. Ben de bir hafta boyunca mahallemizi gözlemledim. Evden başlayıp bakkala, manava, kahveye kadar her şeyi inceledim. Normalde de çok dikkatli bir çocuktum zaten. Oturdum, güzel bir mahalle tiyatrosu yazdım. Yazarken kendim de eğlendim. Ben de vardım karakterlerin içinde, komik biri olarak. İnsanlar bana derdini anlatıyormuş, çok güzel çareler buluyormuşum kekeme hâlimle. Öğretmenim okuyunca öve öve bitiremedi. “Bunu sahnelemeliyiz Galip!” dedi. Ses çıkarmadım. Ardından “Sen yazdın, sen oyna lütfen.” dedi. Ona da ses çıkarmadım. Benim gibi içine kapanık bir çocuk da keşfedilmeyi istiyordu nihayetinde. Artık arkadaşları tarafından acınan değil, gıpta edilen bir çocuk olabilirdim. Öyle de oldu. Yıl sonunda benim piyesi oynadık. Oyunun adı ‘Ben Lam Diyeyim, Sen Cim Anla’ olsun demişti öğretmenimiz. O zaman ne demek istediğini anlayamamıştım. Şimdi de tam olarak anladım mı bilmiyorum. Oynayan arkadaşlarla çok iyi iş çıkartmıştık öğretmenimiz sayesinde tabii. Herkes beğenmiş, çok eğlenmişti.
Sonra okuldakiler bana gelip derdini anlatmaya başladı. Ne oluyor, tiyatroyu gerçek mi sandı bunlar, derken yaz tatili girdi araya. Herkes köyde birbirine anlatmış “Galip var ya, derdi dinliyor, sonra da onda ne var, çaresi şu deyip yolluyor.” filan demişler.
Böylece köydekiler yolda durdurup sıkıntılarını anlatır oldu. Bazıları da bizi ziyaret ediyormuş gibi geliyor, kıyıda köşede benimle konuşuyordu.
“Galip bizim ekinler boşa gitti bu yıl, ne yaptıysak olmadı.”
“Ne ne neden a a bi sence?”
“Bence bu benim kayınçonun karısı yaptı ne yaptıysa. Onun dediği yerden ilaç aldık. Uygundu da.”
“U u ucuz dur va va vardır i illeti, pa paha ha lıdır va vardır hikmeti, der ba ba.”
“Babannen. Anladım. Haklısın valla. Ucuz olduğundan anlamak lazımdı. Ne yapsak sence?”
Tarlayı yeniden sürüp çabuk ürün verecek bir şeyler ekmesini önermiştim İbrahim Abi’ye. Lavanta olabilir mesela, demiştim.
Bu olaydan sonra köydekiler evimize ellerinde hediyelerle gelmeye başladılar. Ailem işin ciddiyetini kavradı. Bir yandan benimle gurur duyuyorlardı öte yandan engel mi olsak diye konuşuyorlardı kendi aralarında.
Ailem varken gelenlerle doğru düzgün konuşamıyordum, öneride bulunamıyordum, dilim hiç dönmüyor, kafam basmıyordu sanki.
Bahçede akasya ağacımızın dibinde karşılıklı sedirlere oturuyorduk her gelenle. Kimi sevdiği kızı anlatıyordu, kimi kazanmak istediği okulu, kimi yaramaz oğlundan bahsediyordu, kimi evde kalan kızından… On dört yaşındaydım. Konuşmak ve akıl vermek istemiyordum ama anlatanlar bir şey söyleyeyim diye gözümün içine bakıyordu. Yüküm kaldırabileceğimden fazlaydı. Yine de onlar rahatlayarak gidince ya da sayende bu iş halloldu, deyince acayip mutlu oluyordum. Oğluma bir kız lazım diyene, kızım evde kaldı diyen kadınla görüşmesini öneriyordum. Aslında bu kadar basitti. Köydekilerin birbirinden haberi yoktu. Yaramaz çocukları sevmediği alanlarda çalıştırmakla korkutun diyordum, mesela Şakir Amca’yla. Bunun yanlış olduğunu sonradan anlasam da laf aramızda Berber Şakir’den herkes korktuğu için “Seni Şakir’in yanına çırak veririm.” denilen çocuklar, hareketlerine dikkat eder olmuştu, en azından cam kırdıklarında kaçmak yerine özür diliyorlar, para toplayıp hasarı ödemeye çalışıyorlardı. Tabii bu fikrin benim başımın altından çıktığını öğrenen çocuklar bana düşman oldu.
Okul başlayınca biraz kafam rahat eder, diye düşünmüştüm ama okul çıkışı ya da hafta sonu fark etmeksizin dertliler gelmeye devam ediyordu. Bu iş hacı hoca muhabbetine varınca, insanlar hastalıklarının çaresini bende bulmaya çalışınca bizimkiler beni şehre, yatılıya yolladılar. Sevinerek ayrıldım köyden, dinlemekten yorulmuştum. Ama oradaki çocukların beni tanıyor olacağını hesaba katmamıştım. Odadan içeri girdiğim gibi etrafımı sardılar. Hepsi bir ağızdan derdini anlatıyordu. Biri borç yapmış ödeyemiyormuş, öteki kıza açılmış kız kabul etmemiş, diğeri sınıfta kalırsa babası okuldan alırmış dersleri çok kötüymüş. “Ben artık dinlemiyorum, bıraktım.” dedim. İtip kaktılar. “Hadi be sen de!” dediler. Epey yalnız kaldım. Adım yerine türlü sıfatlar kullanır oldular: Kibirli, sahtekâr ve niceleri.
Tek tük arkadaşım vardı. Kendimi kitap okumaya ve basketbola verdim. Konuşmam gittikçe düzeliyordu çünkü rehber öğretmenimin verdiği dil egzersizlerini yapıyordum. Son sınıftayken gönlümü bir kıza kaptırdım. Bir alt sınıftaydı. Sümeyye... Ona olan hislerim şiir okumama vesile oldu. Şiirleri yalnız kaldığımda sesli okuyordum. Romantik bir âşık olup çıkmıştım. Kıza açılmadan, okuldan bir kez bile kaçmadan, orta dereceyle liseyi bitirdim. Ama heyecanlanmazsam, sinirlenmezsem kekelemiyordum. İşte üç yıl bana bunu kazandırmıştı.
Altı ay bekleyip yaşım dolar dolmaz askere gitmeyi düşünüyordum. Köye dönmeden oralarda iş bulmaya karar verdim. Okul müdürümüzün yardımıyla bir diş hekiminin yanına girdim, gelenlere içecek ikram ediyordum, getir götür ne iş varsa hallediyordum. Hekim genç, dürüst, alçakgönüllü bir abiydi. Hayran kalıyordum tavırlarına. Hastası yokken benimle sohbet ediyor, meslek edinmem için fikirler veriyordu. “Yeter ki oku, ben yardım ederim.” diyordu. Nedense aklımı ticaretle bozmuştum. Hekim, meslek dedikçe ben başka konuları açmaya çalışıyordum.
Bir gün biz yine böyle konuşurken bir hasta içeri girivermiş. Sekreter muayenehanenin kapısını açık unutup lavaboya gitmiş. Kadın açık kapıyı tıklatınca hekim de ben de ayağa kalktık. “Hoş geldiniz.” dedik. Teyze mini baş örtüsünü sıkıp “Hoş buldum, randevum vardı da.” dedi. Hekim onu içeri buyur ederken kedi gibi odadan çıktım. Azıcık bulaşık bırakmıştım mutfakta, onları halledip hole geri döndüm. Teyzenin eşi olduğunu tahmin ettiğim adam bekleme odasındaydı. Burada hastalar müşteri olduğundan, memnun kalmaları için uğraşıyorduk.
“İçecek bir şey alır mıydınız?” diye sordum. Adam açık bir çay istedi. Koyup döndüm. Teşekkür ettikten sonra yaşlanınca tüm vücudun arızalandığından bahsetti. Ben de gençlerin de hastalandığını, dişçiye daha çok gençlerin geldiğini söyledim.
“Nerelisin sen?” dedi.
“Buralıyım.” dedim “Şişeli Köyü'nden.”
“Ee sen Galip’i tanırsın o zaman.”
Benden bahsediyor olamaz diye düşündüm, kaşlarımı çattım.
“Bizim İbrahim’i lavanta tüccarı yapan Galip’i.”
Yüzüm kıpkırmızı kesildi. Bizimkiler beni köye çağırmıyorlar, telefonda da köyle ilgili bir şey anlatmıyorlardı. Ne yapsam diye bir an tereddüt ettim. “Tanımıyorum.” dedim.
“Burada, şehirde okumuş liseyi.” dedi “Hem köydensin hem de okula yakın çalışıyorsun hiç mi duymadın bu çocuğu?” İnanmamış gibi bakıyordu.
“Tanıdım da çocuk yanlış anlaşıldı abi.” dedim. Biraz önce tanımıyorum demiştim, üzerine de beyefendi demem gerekirken abi dedim, iyice batırdım ama adam oralı olmamıştı.
“Nasıl yani?”
“Çocuk sadece dert dinliyordu, bizim köylü onu önce kâhin sonra hoca belledi. Köyde kimse kimsenin derdini dinlemez olmuştu. Birinin sıkıntısı oldu mu diğeri oh diyordu. Kimse birbirine yardım etmiyordu. İnsanları bilmiyor musunuz? Sadece kendileri konuşmak isterler. Çocuk az konuşup çok dinledi, aklı erdiğince büyüklerinden, babaannesinden duyduğu gibi tavsiyeler verdi. Tüm mesele bu.”
“Hiçbir şey anlamadım bu işten. Millet nasıl anlatıyor sen ne diyorsun… Kaç kişi evlenmiş, kaç çocuk uslanıp sınavlarını vermiş, bir sürü insan para kazanır olmuş, haberin yok mu senin?”
“Hepsi abartı, başka bir şey değil.” deyip yürüdüm. Adamın laftan anlayacağı yoktu. Ne sıkıntısı vardı, hiç de merak etmedim. Eskiden dinlemekle iyilik ettiğime seviniyordum ama o an anlamıştım insanların asıl amacı sonuca ulaşmaktı. Yani çoğunun amacı diyeyim yine de.
Köye gitmeye karar verdim. Gidip neler döndüğüne bakacaktım. Bir haftalık izin aldım ve hemen yola çıktım.
Daha köye varmadan köy minibüsünde yanımda oturan amca başlamıştı anlatmaya.
Yeniden başlıyoruz, diye düşündüm. Küçük olsalar dinlemeyeceğim ama koca koca insanlara saygısızlık etmek istemiyordum. Ama hiç yorum yapmadığım için sıkılacak ve anlatmayı bırakacaklardı, bunu düşünerek içimi rahatlattım. Kısa yolculuğu iki kişi dinleyerek atlatmış oldum.
Merkezden eve yürürken kimse durdurmasın diye acele ediyordum. Sadece selam alıp verdim. Eve vardığımda babaannem çalı süpürgesiyle bahçeyi süpürüyordu. Beni görünce durdu, ağlamaya başladı. Uzun uzun sarıldık. Annem çıktı, mahzun mahzun bizi izliyordu. Dönüp ona sarıldım. Babam evde yoktu. Hemen karnımı doyurma telaşına düştüler. Duş alıp bahçeye, akasya ağacının altındaki sedire oturdum. Babaannemle annem masayı donatmaya başladılar.
Bahçe kapısından biri girdi. Arkamı döndüm. O… Lisedeki kız. Sümeyye.
“Merhaba Galip, köye döndüğünü öğrenince geldim. Sana bir şey danışacaktım.”
Okumuş etmiş kız bile bu safsatalara inanmıştı demek. Liseyi okumak da kâr etmiyordu. Kumral, kıvırcık saçlarına takıldı gözlerim, en son gördüğümden daha uzundu. Gözlerini dikti bana. Cevap bekliyordu.
“Otursana.” dedim.
Karşımdaki sedire geçti.
“Ben. Yani beni. Babam beni evlendirecekmiş. Okuldan da alacakmış. Ben öğretmen olmak istiyorum. Ama o beni evden bir boğaz gitsin diyerek atmaya çalışıyor.”
“Siz kaç kardeşsiniz ki?”
Onu tanımadığıma bozulmuştu sanırım. Yüzü düştü.
“Ben terzinin kızıyım. Dört kardeşiz biz.”
Çok şaşırmıştım. Çocukken az da olsa oynamışlığımız bile vardı. Ama onu lisede gördüğümde bir yerden gözüm ısırmıştı da çıkaramamıştım.
“Seni liseye yollamışlar ama.”
“Evet yolladılar, durumumuz şimdi kötüymüş. Bu beni isteyen adam da zenginmiş, şehirde emlakçı.”
“Gördün mü peki?”
Görsem ne olacak der gibi ters ters baktı. “Evet.” dedi.
“Nasıl biri?”
“Bilmiyorum.”
“Yani beğenmedin mi?”
Ayağa kalktı. Haklıydı, ne diyordum ben de bilmiyordum.
“Ben danışılacak biri değilim.”
Durdu.
“Sadece dinleyen biriyim.”
Yürüdü.
“Dur. Ben. Yani ben seni. Ben beğeniyordum lisedeyken seni. Param yok ama sen istersen okuman için ben de okurum askerliğimi ertelerim hem de çalışırım.”
Gülümsedi. Demek benim ondan hoşlandığımı anlamıştı. Demek ayaklarım onu görmem için tekrar köye getirmişti beni.
Sümeyye ayakta kalmıştı, ne yapacağını bilmez bir şekilde duruyordu. Kalkıp onu oturttum. Annemlere söylemek için beklemeye koyulduk. Tüm yorgunluğum geçmişti, tiyatrodan sonra başıma gelenler bugün benim için anlamını bulmuştu. Her şey bir şey için yaşanıyordu. Dinleme seansları, belirsizlikler, umutsuzluk ve olan biten her şey, işte o akasya ağacının altında son buldu.