Kimsesizlerin Yarım Hikayesi

Hacer Uyğur

Kimsesizlerin Yarım Hikâyesi

Hastanede doğmuşum. Doğal olarak. Hayır, belki de doğalı bu değildi. Ama artık bu. Doğal değil de normal demeliydim sanırım. Bilemiyorum. Kafam çok karışık. Karışık da diyemem belki. Doğru kelimeleri bulamıyorum. Şimdiye kadar hiç “doğru kelimeleri bulması gereken kişi” olmamıştım. Çünkü o, tüm doğru kelimelere sahipti. Bazen bu özelliğini kıskanırdım ama hiçbir zaman onun yerine geçmek istemedim. Yemin ederim. Burada olsaydı yemin ettiğim için bana kızardı herhalde. “Gereksiz yere Allah’ı şahit tutmasana her şeye,” derdi. Ama zaten Allah, her şeye şahit değil mi?

Konuyu değiştirmeyelim. Ondan bahsediyordum. Yeşim’den. Lisedeyken bulmuştuk birbirimizi. Aslında o beni bulmuştu. Bunca zamandır ona karşı hissettiğim mahcubiyetin sebebi de buydu belki. Gerçekten beni bulmaktan memnun olmuş muydu acaba? Benim gibi birini? Bunu ona hiç sormadım. Alacağım cevaptan korkmuyordum aslında. O cevabı hissedememekten korkuyordum. Hissedemezsem kimsesiz kalırdım. O bana “Kimsesizlerin kimsesi Allah’tır,” dediğinde üstüme alınırdım. Belki de zaten alınıyordum.

Her zaman böyle olmadı tabii. Başlarda bulunmak istemiyordum. Sadece kendi dar dünyamda kalmak istiyordum. Kendi daracık, depresif, yalnız dünyamda mutsuzdum. Bu da bana yetiyordu. Paylaşmanın, anlaşmanın ve olduğun gibi kabul edilmenin zevkini bilmiyordum. Bakıcılarımdan başka hiç kimseyle kendime dair bir şey paylaşmamıştım. Onlar da yeteri kadar biliyorlardı. Ve bir süre sonra artık bakıcıya ihtiyacım olmadığı düşünüldüğünde yapayalnız kalmıştım. Annem de babam da tüm hafta çalışıyor, genellikle geç saatlerde ve yorgun bir halde eve geliyorlardı. Yüzlerini unutmayacak kadar görüyordum onları. Kalabalık bir yerde görsem tanıyabilirdim işte. Daha ne isteyebilirdim ki?

Yeşim için durum farklıydı. Onun anne ve babası gerçekten yoktu. Yetiştirme yurdunda kalıyordu. Yurttaki diğer çocuklarla beraber “Resmi Hizmete Mahsustur” yazan bir servisle geliyor, üç ya da dördüncü el bir üniforma giyiyordu. Bir gün “Herkesin bana acıyan gözlerle bakmasından nefret ediyorum,” demişti. “Senin yanına gelme sebebim de buydu. Sen bana hiç acımadın.” Gerçekten de ben, onda hiçbir zaman acınacak bir şey görmemiştim. Hatta bazı zamanlar durumuna özendiğim bile oluyordu. Bir sürü insanla bir arada yaşıyordu. Hiçbir zaman tek başına uyuması, kendi yemeğini hazırlayıp tek başına yemesi gerekmiyordu.

Yine her şeyi birbirine karıştırdım. Özür dilerim. En baştan başlayacaktım. Onuncu sınıfın ilk günüydü. Erkenden okula gidip en arka sıranın duvar tarafını kapmış ve bu başarımın mutluluğuyla başımı sıraya koyup gözlerimi kapamış, gizlice getirdiğim telefonumdan hareketli bir şarkı dinliyordum. Sonra aniden kulaklıklarımdan biri kulağımdan çekildi. Sinirle başımı kaldırdım. Sırıtan bir yüz.

“Merhaba diyorum.”

Cevap vermeyip sinirli bir şekilde bakmaya devam ettim. Umursamadı.

“Ben Yeşim, sen?”

Kim olduğunu biliyordum. İlk senedir aynı sınıftaydık. Bu düşüncemi kendime sakladım.

“Konuşabiliyorsun diye hatırlıyorum.”

Göz devirdim. Ancak bir yandan da eğlendiğimi hissetmiştim. Çünkü ses tonunda alaycılık değil samimiyet vardı.

“Sibel ben.”

Kıkırdadı. Çantasını yanıma koyarken “Biliyorum,” dedi. Bu sefer ben de gülmüştüm.

“İsmimi sorunca tamamen görünmez olduğumu düşünmeye başlamıştım.”

“E zaten görünmez olmaya çalışmıyor musun?”

Biliyorsunuz. Devlet okullarında bir kuraldır, ilk gün asla ders işlenmez. O gün tüm derslerde ve teneffüslerde Yeşim’le konuştuk. Sessiz bir insanı nasıl konuşturacağını biliyordu. Etrafına saçtığı enerjiyi neredeyse somut bir şekilde algılayabiliyordunuz. Ama bizi birbirimize yaklaştıran asıl şey ikimizin de hissettiği yalnızlıktı, kimsesizlikti. Tabii bu hisle başa çıkma yöntemlerimiz farklıydı.

Lise bitene kadar neredeyse her günümüz aynı geçti. Teneffüslerde bahçeyi dolaşarak muhabbet ediyor, öğle aralarında ise okuldan çıkıp on dakika yürüme mesafesindeki tepeciğe gidiyor, öğlen yemeklerimizi oradaki akasya ağacının altında yiyorduk. Sürekli konuşuyor, hayaller kuruyor, kahkahalarla gülüyorduk. Bu anlar sonsuza kadar sürecek gibi yaşıyorduk.

Son senemizde ikimiz de çok çalışmaya başlamamıza rağmen muhabbetlerimizde bir azalma olmamıştı. Üniversite planlarımızı konuştukça daha çok hevesleniyor, daha çok çalışıyor ve hayallerimizi daha da detaylandırıyorduk. Devletten alacağımız bursu, ailemin göndereceği parayı, çalışabileceğimiz işleri düşünüyor; önce yurtta kalıp para biriktirmeyi ardından kendi evimize çıkmayı planlıyorduk.

Sınava girmeye yakın Yeşim’de bazı değişiklikler fark etmeye başladım. Ama stresten olduğunu düşünüp irdelemedim pek. Sınav sonuçlarımız belli olduğunda anladım neler olduğunu. Yeşim’in dersleri orta seviyedeydi ama ben aynı şehirde farklı üniversite ya da bölümlere giderek çözebileceğimizi düşünmüştüm bunu. Oysa Yeşim, bunca zaman üniversiteye gitmeyi hiç planlamamış, onun bu düşüncesini fark edersem ben de vazgeçerim diye düşünerek bunu bana hiç belli etmemişti.

Sınav sonuçlarına baktıktan sonra akasya ağacının altında buluşacağımıza söz verdiğimiz için heyecanla oraya gittim. Oradaydı. Bir suçlu gibi başını önüne eğmiş, ayaklarıyla yere şekiller çiziyordu. Heyecanım bir anda yok olmuş gibi hissettim. Ne olmuştu? Puanı çok mu kötüydü? Barajı geçememiş miydi? “Olsun,” dedim kendi kendime. “Seneye tekrar deneriz.” Güldüm sonra. Deneriz tabii. Daha da iyi olur hatta. Rahat rahat çalışırız. Dostluğumuzun yanında bir sene nedir ki? Koşarak yanına gittim. Benim geldiğimi görünce yüzündeki ifade üzgünden korkmuşa doğru geçiş yaptı. Neden benden korksun ki?

“Sibel dinle. Ben…”

“İyi misin, bir şey mi oldu?” Cevap vermedi. Dünyadaki en önemli şeymişçesine yerdeki çimleri inceliyordu. Bir süre ayağına baktım. “Bak eğer sonucun kötüyse sorun değil. Bir sene daha…”

“Sibel ben sınava girmedim.”

Yer sarsılıyor gibi hissettim. Belki de sarsılan bendim. Konuşmak için ağzımı açtım ama söyleyecek bir söz bulamayınca geri kapattım. Bir süre bir türlü beni bulmayan gözlerine baktım.

“Bak, biliyorum bana kızdın, şaşırdın belki. Ama yapmam gereken buydu. Ben senin gibi değilim. Dört sene boyunca üniversiteyi bitirip sonra işsiz kalma riskiyle yüzleşemem. Bana destek çıkacak bir ailem yok, kendi başımın çaresine bakmam gerekiyor. Aileni sevmediğini biliyorum ama bu onların her zaman senin sırtını yaslayabileceğin bir konumda oldukları gerçeğini değiştirmiyor.”

Derin bir sessizlik oldu. “Ben senin gibi değilim,” cümlesi zihnimde yankılanıyordu. Durdurmaya çalıştım. Kendimi zorlayarak “Ne… ne yapacaksın peki?” diye sordum.

İç çekti. Hafif bir gülümsemeyle: “Bana bir iş buldular, kitapçının yanında. Parası da fena değil. Hem birkaç kişi daha bu sene yetimhaneden çıkıyor. Onlara da iş buldular. Hep birlikte kalacağımız bir ev de ayarlandı.”

“Her şey belli oldu yani. Ve… bana hiçbir şey söylemedin?”

“Ben… Özür dilerim Sibel. Söylemeliydim belki ama senin de hayallerinin önüne geçmek istemedim. Ben burada kalırsam yapabileceğin tüm o güzel şeylerden vazgeçersin diye korktum.”

“Hâlâ vazgeçebilirim.”

“Saçmalama. Hem bu hiçbir şeyin sonu değil ki. Sürekli telefonla konuşuruz. Tatillere geldiğinde tam burada buluşuruz. Bak yanımda bir defter getirdim. Sen yokken bu deftere yazarım. Bittiğinde de sen alırsın. Olur mu? Hem bak…” Konuşurken sesi titriyordu. Hızlı hızlı anlatıyor, gelecekte nasıl bir arada olabileceğimizden bahsediyor, bir yandan da ağlıyordu. Onunla beraber ben de ağlıyordum.

Sonunda dediğini yapmaya, her tatilde burada buluşup tatillerimin tamamını beraber geçirmeye karar verdik. Uzaktayken de iletişimi koparmayacaktık. Ona sinirliydim, kırgındım ama onu anlayabiliyordum. O zamanlar Yeşim’e bağımlı gibiydim. O da bunu biliyordu. Onsuz yaşayamayacağımı düşündüğüm için kendimi sabote edecek, tüm hayallerimi arkada bırakacaktım.

Üç sene boyunca her şey tam da planladığımız gibi oldu. İletişimi koparmadık. Zaman zaman azaldı belki ama hiçbir zaman kopmadı. Tatillerimde hep beraberdik. Bazen akasya ağacımızın altında oturuyor, lise zamanlarındaki gibi hayallerimizi konuşuyorduk. Artık her şeyi beraber yapmayı istemiyorduk elbette. Ama her adımımızda birbirimizin yanında olmayı planlıyorduk.

Birkaç gün önce bir telefon geldi. Hastaneden. Görünüşe göre Yeşim’in aramalarında en son ben varmışım. Oysa son konuşmamızın üzerinden iki hafta geçmişti. Acilen gelmem söylendi. Bir kaza olmuş. Büyük bir kaza. Bindiği otobüs devrilmiş. Bursa’da olduğumu, en kısa zamanda otobüse binip gideceğimi ama dört saatten kısa süremeyeceğini söyledim. O kadar dayanamayabilir, dediler. Okuldaydım. Gözyaşlarımdan yolumu bulmaya çalışarak dışarı çıktım. Bir taksi çağırıp otobüs durağına gittim. Yarım saat sonrasına kalkacak otobüse bilet aldım. Kimi arayacağımı, ne yapacağımı bilemiyordum. Annemi babamı aramayı düşündüm ama ne faydası olacaktı ki? Yapabilecekleri bir şey olmadığını söyleyip işlerini bahane ederek yüzüme kapatacaklardı. Başka kimseyi de bilmiyordum. Böyle durumlarda arayabileceğim tek kişi oydu ve o artık olmayacaktı.

Haberi almamla hastaneye ulaşmam arasında beş saat geçmişti. Yetişemediğimi tahmin ediyordum ama son ana kadar umut ettim. Olmadı. Son anlarında yanında olamadım. Başım önümde hastaneyi terk ederken elimde kana bulanmış sırt çantası vardı. Ayaklarımın beni nereye götürdüğünü bilmeden yürüdüm, yürüdüm. Sonunda durduğumda başımı kaldırıp nereye geldiğime baktım. Bizim ağacımıza gelmiştim. Onunla konuşmaya. Belki onu buraya gömmelerini sağlayabilirdim. Belki burada olursa her zaman yanında olduğumu hissederdi. Dizlerimin üstüne çöküp tekrar ağlamaya başladım. Bana kalan bir şeyler bulurum umuduyla çantasına baktım. Her zaman yanında bir okuma kitabı olurdu. Defter, kalem ve anahtarları da çantadaydı. Defter tanıdık gelince heyecanlandım. Mavi, ajanda tarzı kalın kapaklı defteri elime alıp çantayı yanıma koydum. Ellerim titreyerek ilk sayfayı açtım.

Ben lam diyeyim sen cim anla. Sana hiçbir zaman doğrudan söyleyemediğim şeyler defteri

Sayfayı çevirdim. Birkaç gün öncenin tarihi vardı. Sadece yarım sayfa yazmıştı.

Sibel, canım dostum. Bu deftere sana anlatmak istediklerimi yazıp vereceğimi söylemiştim. Neler yaşadığımı, neler hissettiğimi… Ama sana olabildiğince belli etmemeye çalışsam da gittiğinden beri hayatımda pek bir şey olmadı. Hatırlıyor musun? Lisedeyken bana, nasıl oluyor da böyle rahat bir insanken başkalarıyla arkadaş olamıyorsun diye soruyordun. Oysa benim rahat olmamı sağlayan sendin. En başından beri bu böyleydi. Şimdiyse bana kendimi rahat hissettirecek, beni anlayacak ve anlattığım halimle kabul edecek kimsem yok. Yanlış anlama, senin için çok mutluyum. Ve, yine olsa yine aynısını yapardım diyorum. Ama seni özlüyorum işte.

Üniversite hayatını hep merak etmiştim. Senin sayende birçok şeyi biliyorum artık. Bazen sen benim yerime de yaşıyormuşsun gibi hissediyorum. Bu dediğime üzülür müsün bilmiyorum. Ama ben sana minnettarım.

Birkaç gündür Bursa’daki iş ilanlarına bakıyorum. Çanakkale’de yaşayan orada da yaşayabilir belki. Ama kalacak yer konusu beni düşündürüyor. Seni bir şeylere zorlamak istemediğim için arayıp bu fikrimi söylemiyorum. Belki de sadece ziyarete gelmeliyim. Bunu yapabilirim.

Hızlıca tüm sayfaları çevirdim. Bir cümle, bir kelime ne olursa olsun. Ona dair biraz daha iz aradım. Bulamadım. Aklıma akasya ağacının altında buluştuğumuz zamanlar geldi. Kurduğumuz hayaller. Yollarımızın ayrılması. Sanki her şey o ağaçtan ibaretti. Her şey o ağacın altında olmaya başladı. Ve olan biten her şey, işte o akasya ağacının altında son buldu.