Noksan

Havva Gök

‘‘ Hastanede doğmuşum. O gün orada doğmuş kimsesizliğime terk edilmişim. Doğduğum gün kimsesizliğim büyük harflerle alnıma yazılmış. Ne acı bu gerçekleri tam on sekiz yaşında, ailem sandığım kişilerden öğrenmek. Hâlbuki ne umutlarla o sabaha uyanmıştım. Her zamanki melankolik, buhranlı ruh hâlimden sıyrılıp önüme gelene tebessümler armağan etmiştim. Günün böyle biteceğini bilseydim; yıllardır dolabın en kuytu köşesinde sakladığım çiçekli elbisemi giymez, o çiçeklerin de ben gibi solmasına izin vermezdim.’’

Ali derin bir nefesi ciğerlerine çekti. Kuzguni siyah gözlerini defterden uzaklaştırıp, içerisinde bulunduğu, kasvete boyanmış odaya göz gezdirdi. Şu an defter dışında her şey ilgi odağı olabilirdi. Elindeki annesine ait, geçmişin kara yüzünü anlatan bu defteri yakıp atsa, küllerini üvey dedesinin yüzüne savursa bile içi rahat etmezdi. İçinde bulunduğu sinir harbinden uzaklaşmak için pencereyi açıp temiz havayı ciğerlerine çekti. Sakinleşince tekrar defteri açıp son sayfaları okumaya devam etti.

"Hayatın bana ilk kazık attığı yerdeyim. Hastanedeyim. Akıl sağlığım iyi bir vaziyette değilmiş. Benim iyiliğim içinmiş. Bu ruh haliyle kendime zarar verirmişim. Lâkin bilmiyorlar ki ben zaten yaşamıyorum. Bana verilen görevleri yerine getiren bir kuklayım sadece. Yani kısaca bu ruh haliyle sosyetenin davetlerine katılamazmışım, öyle dedi bir zamanlar öz sandığım, üvey annem. Nalan Hanım. Kendisi sosyetenin biricik hayırsever hanımefendisidir. Herkes onun hakkında böyle söylüyor. Ama bir de görmedikleri yönü var ama neyse. Benim de kendisi gibi hanımefendi olmam için çok uğraştı. Ama o da benden olmayacağını anladı. Her ne kadar beni bırakın, ben kendi yolumu çizeyim desem bile, bu cehennemden yani yanlarından ayrılmama müsaade etmiyorlar. Başa gelen çekilir. "

Annesi kanser olduğunu öğrenince bu defteri ona emanet etmişti. Her ne kadar annesi, "Asla defteri okuma, ben eğer hastalığı atlatırsam sana her bir sayfayı tek tek anlatacağım." dese de Ali içindeki meraka yenik düştü. Sayfaları okudukça yer yer hüzünlendi, yer yer ruhu öfkeye bulandı. Annesinin öz babası zannettiği fakat üvey babası olan Rasim Yılmazer'i neden sevemediğini günlüğü okuyunca daha da iyi anladı. Rasim Yılmazer dünyanın en iki yüzlü insanıydı. Dışarıda ayrı, ailesinin yanında ayrı bir kimliğe bürünüyordu. Dışarıda her zaman giydiği jilet gibi takımı ve kendinden emin tavrını gören onu adam sanırdı.

Gülsüm Hanım yani annesi, İstanbul'un seçkin ailelerinden olan Yılmazerlerin üvey kızıydı. Yılmazer ailesi, Türkiye’nin sayılı zenginlerindendi. Mutlu aile pozları ile her davetin gözde ailelerinden biriydi. Nalan Hanım davetlere giderken Gülsüm’ü kendi gibi giydirmeye çalışır ama bir türlü ikna edemezdi. On sekiz yaşından sonra öğrendiği gerçeklerle, mutlu aile pozlarında yer almamaya başladı. Gülsüm zaten o aile resimlerinde yeri olduğunu düşünmezdi. Rasim Yılmazer, üvey babası da bunu ispat edercesine Gülsüm'e düşmanca davranırdı. Her yanlışında ruhunda derin yaralar açardı. Onu, evin kızından çok beslemesi gibi görürdü. Ve gittikçe ruhu bu evde ölüyordu. Sessiz sessiz. "Bir yol bulmalı ve bu cehennemden kaçmalıyım", diye düşündü. Sonra ansızın ölmeye yüz tutan ruhunda umutlar yeşermeye başladı. Akif, kalbi olduğunu hatırlatan adam. Bir anda hayatının tam ortasına kuruldu. İzinsiz, sorgusuz sualsiz yerleşti…

-Anne, ben çıkıyorum.

-Nereye yine Gülsüm?

- Yine mi? Gören de her gün dışardayım sanar. Hem biliyorsun nereye gittiğimi.

- Ben lam diyeyim sen cim anla, diyorsun yani.

-Ne demek istediğini anlamadım ama Rasim Bey’i sen idare edersin.

-Kızım kaç kere daha diyeyim, baba diyeceksin. Neyse bu seferlik böyle olsun. Git ben idare ederim seni.

-Kaçtım ben, bay.

Ali okuduklarını hazmetmeye çalıştı. Günlük, babasının annesine evlenme teklif ettiği günde bitiyordu. Buruk bir his kapladı içini. Annesinin babasını anlattığı cümlelerde neye uğradığını şaşırmıştı. Sanki evlendikten sonra aralarındaki büyü bozulmuş, hikâyeleri yarım kalmış gibiydi. Çünkü ne annesinin babasına sevgiyle baktığını görmüştü ne de babasının annesine öyle baktığını… Sadece geçen sene ailecek bahçeye akasya ağaçlarını dikerken birbirlerine sevgiyle bakıyorlardı. O gün dışında evlerinde hep kavga gürültü olurdu. Annesi fark etmeden Nalan Hanım gibi olmuştu. Dışarıdan sevecen, hanımefendi, evinde ise huysuz biri. Nalan Hanım gibi.

Bir anda oturduğu sandalyeden ayağa kalktı. Hızlıca hazırlanıp annesinin tedavi gördüğü hastaneye gitmek için yola koyuldu. Sert, kendinden emin adımlarla merdivenlerden indi. Arabasının anahtarını anahtarlıktan aldı. Anahtarı yerine taktı ve motoru çalıştırdı. En kısa sürede hastaneye varmak istedi. Ama sanki o hızlanmaya çalıştıkça bir el arkadan onu tutup yavaşlatıyordu. Derin soluklar aldı. Yavaşça arabayı köşede durdurdu. Nefeslendi ve yüzündeki acı çeken ifadeden kurtulmaya çalıştı. Annesi bu hâlini görse daha kötü olurdu. Annesinin odasının kapısına gelince gözyaşlarına hâkim olmak için kısa bir süre soluklandı. Kapıya eliyle iki kere hafifçe vurup içeri girdi. Annesini uyanık bulmayı ümit etmıştı. Fakat annesinin kemoterapiden dolayı sürekli uyuduğunu unutmuştu. Annesinin alnına bir buse kondurdu ve yanı başındaki sandalyeye çöktü. Derin bir ah çekti. Annesinin gerçekleriyle, acılarıyla henüz tanışmışken onu kaybetmekten ölesiye korktu. Derin derin düşüncelere dalmışken kapının sesiyle irkildi. Gelenin babası olduğunu görünce ayağa kalktı.

-Otur oğlum, kalkma.

Babası annesinin diğer tarafındaki sandalyeye geçip oturdu. Pür dikkat babasının hareketlerini izledi. Ama babasının, annesinin ellerini tutup ağlaması en son beklediği şey bile değildi.

-Baba…

-...

-Baba, ben bu durumda ne yapılır bilmiyorum. Baba anneme bir şey olmayacak değil mi?

-Oğlum, annen ölüyor.

-Baba saçmalama, annem söz verdi. Hem annem güçlüdür. Daha bana günlüklerinde yazdıklarını anlatacak.

-Sen günlükleri nereden buldun diyeceğim ama annen vermiştir.

-Baba siz nasıl bu hâle dönüştünüz? O âşık çiftin hikâyesi neden yarım kaldı? İki kimsesiz, birbirinizin kimsesi olmuşken nasıl bu kadar yabancı oldunuz?

-Yaptık işte bir aptallık. O günlükte yazmıyordu değil mi?

- Ne yazmıyor muydu? Anlamıyorum.

- Burada konuşmayalım, gel dışarı çıkalım.

Ali duyucaklarından korkuyordu. Ama bir şeyleri öğrenmenin zamanı gelmişti. Bahçedeki banklara oturdular. Bankın hemen yanında akasya ağacı vardı. Akif Bey ağaca buruk bir tebessümle baktı. Karısıyla hikâyeleri bir akasya ağacı altında başlamıştı. Bu yüzden akasya ağaçları, eşi ve onun için hep özel bir yere sahipti. Akif Bey gözlerini bahçede gezdirdi. Boğazını temizledi ve konuşmaya başladı.

-Annenle nasıl tanıştığımızı anlatmayacağım sen okumuşsundur günlükten.

-Evet ama.

-Beni iyi dinle bir daha anlatamam bu hikayeyi. Annenle evlendikten iki ay kadar zaman geçmişti. Her şey rüya gibiydi. Ama annenin bir şey olucak, rüyadan uyanıcaz diye ödü kopuyordu. Bir gün ablam bize geldi. Ama perişan hâlde, dayak yemiş yüzü gözü kan. Dedenin yani üvey dedenin yasal olmayan bir işine şahitlik etmiş. Deden bunu duyunca halanı o perişan hâle getirtmiş.

-Baba, dur daha fazla anlatma ben bu hikâyenin sonunu biliyorum.

-Dinle o Rasim denilen adamın ne kadar şeref yoksunu olduğunu daha anlatmadım. En son baktı ablam susmayacak, onu öldürttü. Nasıl yaptıysa da suçu başka birine üstlendirdi. Sonra hiçbir şey olmamış gibi cenazeye çelenk gönderdi. Biz annenle bunları aşmayı çok denedik ama sevgi bazen yetmiyormuş. Bu olayı atlatamadık. Bu olay karabasan gibi yıllarca üstümüzde tepinip durdu. Biz kapatmaya çalıştıkça başka yaralar açtık.

-Baba. Ben anlamıyorum. Halam öleli yirmi yıl oldu. Ama siz. Çok saçma.

- Her şey anlatıldığı kadar kolay değil. Biz tam annenle arayı düzelttik dedik, bu lânet hastalık hortladı. Bugünlük bu kadar yeterli bence. Hadi kalk annen uyanmıştır, yanına gidelim.

Ali baş işaretiyle babasını onayladı. Cebinden bir peçete çıkarttı ve babasına uzattı. Hani erkekler ağlamaz derler ya, çok büyük yalan söylemişler. Babasını bu aynı gün içerisinde ikinci kez ağlarken gördüğü zamandı. Derin bir soluk aldı. Ellerini dizlerine koyup doğruldu. Babasının peşinden hastaneye doğru yürüdü. Tam annesinin olduğu kata geldiler ama odanın önündeki hareketlilikten hikayenin mutsuz sonlandığını anladı. Annesinin ölmüş olmasını kabullenemedi. Bir doktor babasına bir şeyler diyordu ama o sadece uğultu sesi duydu. Babasının bir sandalyeye çöküp ağladığını görünce koşarak oradan uzaklaştı. Koştu, koştu. Nefessiz kalana kadar koştu. Kendini akasya ağacının orada buldu. Kafasında şu sözlerle kendini hiçliğe bıraktı: Ve olan biten her şey, işte o akasya ağacının altında son buldu.