Sağ Kol

Feyza Nur Çalık

Hastanede doğmuşum. En lüks hastanede. Bu bir oyundu, ben de istediğim şeyi oluyordum. İlk çocuk ve ilk torun oldum. Annemin biricik kızı, can yoldaşı, sağ kolu oldum. Babamın annemden sonra sevdiği tek ve ilk kadın oldum. Dayılarımın harçlık verdiği ilk yeğen oldum. Anneannemin süt kızı, dedemin sırma saçlısı oldum.

Sekiz yaşında kendimi böyle bir masala inandırdım. Yedi yaşıma gelene kadar yorulana değin oyunlar oynardım. Uyku çok çabuk sarardı beni. Bir sürü arkadaşın olduğu yatakhanemiz, kocaman bahçemiz ve oyun odalarımız kadardı dünya. Yedi yaşında bir şeyler değişmeye başladı. Artık her gün kocaman bir arabaya binip okula gidiyorduk. Dünyanın benim bildiğim dünyadan ibaret olmadığını gördüm. Anneler ve babalar gördüm. Okuma yazmayı öğrendim. Dünyayı okudum. Aileleri vardı. Gördükçe yavaşladım, kısıldım, sindim. Sekiz yaşında yorulmayı bıraktım. Sağ kolum sızlamaya başladı. Oyunlar oynamaktan vazgeçtim. Gözüm uykuya yenik düşene kadar hayaller kurdum. Aile buldum kendime. Onlara isimler koydum. Babamın ismi Güven, annemin ismi Narin’di. Babam dünyanın en güvenilir erkeği, annem en zarif ve güzeldi kadınıydı.

Doğduğum andan başladım oyuna. Hastanede doğmuştum. En iyi doktor doğurtmuştu beni. Doktorun ismi Mine’ydi. Benim de ismimi Mine koymuşlardı bu yüzden. Geçenlerde kantinde yemek yerken açık olan televizyonda görmüştüm. Sağ kolum sızladı. Annesi ve babası bebeğe, doğum yaptıran doktorun ismini koyuyorlardı. Benim annem ve babam da öyle yapmıştır dedim. İsmimin Mine olmasının başka bir açıklaması olabilir miydi? Mesela benim ismim neden Ela değildi? Benim de gözlerim Ela rengiydi. Burada gözleri ela rengi olan çoğu kızın ismi Ela’ydı. Geldiklerinde isimsizdiler. Yurt görevlileri de gözlerine bakıp Ela koyuyordu isimlerini.

Şen şakrak kalabalık bir ailenin en minik üyesi Mine’ydim. İlk adımımı kurguladım. Annemin ve babamın sevincini. İlk baba mı dedim anne mi? Sonra dede dediğime karar verdim. Çünkü en çok dedemi sevdim. Beyaz saçlı, beyaz sakallı pamuk gibi bir dedem olsun dedim. Beyaz saçlı, beyaz sakallı pamuk gibi bir dedem oldu. Uçurtma uçurdum babamla. Annemin beni öperek uyandırdığı her sabahı düşündüm. Kahvaltı masasında olan çikolatalı ekmeği, annemin bana zorla yedirdiği ballı tereyağlı ekmeği düşündüm. Sağ kolum sızladı. Pazar kahvaltılarını anneannemde yeriz dedim. Yirmi kişiyle aynı tavanı paylaştığımız bu odanın tavanına ben ailemi çizdim. Sekiz yaşımdan sonra her günü yeniden yaşadım. Olan biten ne varsa değiştiriyor, zihnimi kandırıyordum sanki. Mesela hastalanıyordum. O günün nöbetçisi bakıyordu bana. Zihnimi, algılarımı azarlıyordum. Onun nöbetçi değil annem olduğuna inanması için. Başlarda inanıyordu. Ben lam diyordum o cim anlıyordu. Hatıralarımı böyle kaydediyordum zihnime. Sonra işler güçleşti. Matematik defterimin ortasından bir sayfa açıp başlık attım “Lam – Cim” o sayfaya annemle yaptıklarımızı yazmaya başladım. Yazmak inanma yetimin kaybolmasını biraz erteledi ama nafile. Zaman geçtikçe inandırmak zor oldu. Zihnim karşı çıkıyordu bana. Mutlu olamıyordum artık. “Neden böyle yapıyorsun” diye sordum. “İnanmıyorum” dedim. “Parolamızı unuttun mu” dedim. “Unuttum” dedim. “Ben lam diyeyim sen cim anla” dedim. “Olmuyor” dedim. “Sen oldurmaktan ibaretsin Mine” dedim. Sağ kolum sızladı. Ağladım, güldüm, eğlendim. Kandırdım. Kandırıldım. Sağ kolum sızladı.

Büyüdüm. Sekiz yaşım da yirmi kişilik odanın tavanı da geride kaldı. İnandığım mutlu aile tablosu, ben büyüdükçe öfkeye, kızgınlığa, kırgınlığa dönüştü. On beş yaşıma geldiğimde yurt idaresine gidip dosyama bakmak istediğimi söyledim. Senin hakkında hiçbir bilgi yok dediler. Peki ben buraya nasıl gelmişim diye üsteledim. Bilmediklerini söylediler, başlarından savdılar. On sekiz yaşıma geldiğimde artık yurttan ayrılabilecektim ve son kez idareye gidip dosyama bakmak istediğimi söyledim. Üç yıl önce söylediklerini tekrarladılar fakat bu sefer dosyayı verdiler. Evet hiçbir bilgi yoktu. Beni buraya kimin getirdiği, annemin ve babamın neden olmadığı yazmıyordu. Kandırılmamışım. Gerçekten bilmiyorlardı. Yalnızca polisin beni teslim aldığı hastane vardı. Belki de doğduğum hastane.

Öğrendiğim bu küçücük bilgi elimi ayağımı uyuşturmuştu. Sağ kolum sızlıyordu. Doğduğum ya da kimsesiz olduğumun anlaşıldığı o yere, hastaneye gitmem altı ayımı aldı. Mutlaka bir ailem vardı. Defalarca kendime onlara ne kadar kızgın olduğumu hatırlatsam da umut peşimi bırakmıyordu. Beni yalnız başıma bırakmalarına kılıflar uyduruyordum. Korkuyordum. 18 yıldır orada çalışan biri karşıma çıkacak ve diyecek ki seni annen doğurup gitti. Filmlerde böyle oluyordu. Yıllardır hastanede çalışan birisi çıkıp o kimsesiz çocuğu hatırlıyor ve ailesini tanıyordu. Belki böyle olur diye düşündüm. Öyle olsaydı affeder miydin diye sordum. Affederdim dedim. Sağ kolum sızladı.

Hastaneye gittim. Uzun uğraşlarımın sonucunda arşivlerden kaydıma bakabileceklerini fakat beklemem gerektiğini söylediler. Bekledim. Hastanenin bahçesine çıktım. Bahçe kocaman ağaçlarla doluydu. Kalabalıktı. İnsanları aştım, çimenlik yoldan gidip bir ağacın altında duran banka oturdum. Susmuyordum. Çok az kaldı, hazır mısın diyordum. Hazır değilim diyordum. Ya…? Sus bunu düşünme diye çıkıştım. Zaman geçmek bilmiyordu. Tepemde bir akasya ağacı vardı. Kokusu her bir yanımı sarmıştı. Umutlarımı umutsuzluklarımı örtmüştü. Bekledim. İçeriye girip resepsiyona kendimi tekrar hatırlattım. Lütfen bekleyin arşivde çalışan arkadaşımıza söyledik mesai bitiminde zaman ayırıp bakacaktır dedi. Peki dedim. Bahçede oturduğum yeri tarif ettim. Akasya ağacının altındayım.

Bir saat geçti. İki saat geçti. Sekiz yaşıma gelene kadar yaşadıklarımı. Sekiz yaşımdan sonrasını oldurduğum her olayı düşündüm. Ne aptalsın Mine dedim. Seni terk eden bir aileyi düşündün durdun. Öfkelenmiştim. Kalkıp gidiyordum ki bana yardım edeceğini söyleyen kadın geldi. Kanım çekildi. Sağ kolum sızladı. Kalktığım banka oturdum. Umudumu saran akasya kokusu bırakıp gitti beni. Ölmüş dedi kadın. Anneniz ölmüş. Size söylemediler mi. Hanımefendi? Duyuyor musunuz? Doğum da vefat etmiş anneniz. Cevap veremedim. Kadın gitti ben kaldım. Beynim susmuyordu. Annem yok. Annem yok. Annem yok… Annem sağ kolumdaydı. Esmer tenimde beyaz, nar tanesi kadar bir lekeydi annem. Sağ kolumdaydı. Sağ kolum üşürdü. Sağ kolum üşüdü. Sağ bacağım, sağ göğsüm üşüdü. Üşüdüm.

Oldurduğum her şey, olmasın dediğim her şey ve olan biten her şey, işte o akasya ağacının altında son buldu.

Feyza Nur Çalıkoğlu