Akasya Gölgesi

Yakup Karahan

Hastanede doğdum.

Gelgelelim doğum tarihleri, ancak çeşitli gündemlere ya da afetlere nispetle tayin edilmeye çalışılan aile efradı içinde, doğum tarihi belli ilk kişi olmam hastane kaydımla ilgili değil. Hasan Mutlucan -rahmetli- davudî sadasıyla, “yi-ne de şah-la-nı-yor aa-mann!” diye girdiği gibi annemin sancıları başlamış. Az önce okunan bildiride zikredilen menfur sıfatlara sonuna kadar sadık oluşuyla nam salmış olan babam için, bu sancılar kurtuluş çaresi olmuş. Annemi, taksiden çıkma otomobiline yerleştirip, cemselerle tutulan sokak başlarındaki askerlere “eşim doğurmak üzere, hastaneye yetişmemiz lazım” diye diye hastaneye koşturmuş. Yarım saat kadar sonra, annemin “daha burada mısın? Elini çabuk tut, yakalanacaksın!” serzenişine aldırmadan beni ilk kez, annemi de son kez öpüp kayıplara karışmış. Tarih: 12 Eylül 1980.

Dayım, annemi evladıyla bir başına bırakmayıp yanına almış. Zaten ona soracak olursanız, annemin o kopukla -babamı kastediyor- izdivacına daha en başından karşıymış. İnşallah ben kendisine çekermişim. Öyle ya “erkek çocuğu dayıya benzermiş.”

Fakat ben dedeme çekmişim; bu benzerlik dayımın yaptığı şeylerle ilgili sürekli soru sormamla ortaya çıkmıştı.

“Dayı, neden bu kadar fidan dikiyorsun?”

Dayım, akşamın bi vakti eve döndüğünde, askısındaki altıpatları, ayak bileğindeki derincırı ve kemerindeki rozeti çıkarıp portmantonun çekmecesine atar, direk lavaboya geçerdi. Deri ceketininin cebinden konyak matarasını çıkarıp dolu bir yudum çektikten sonra, cebine geri koymadan önce bir müddet hayıflanan bir ifadeyle yüzünü incelerdi. Ardından, kemerinde kurumuş kan lekelerinin ve taze et parçalarının eksik olmadığı yüzüğünü lavabo taşına koyduktan sonra yüzüne su çarpardı. Salona geçtikten sonra yağ tenekelerinde büyüttüğü fidanlara su verir, bazen de yeni fidanlar ekerdi.

“Ölen fidanların yerine yenisini dikiyorum evlat,” derdi başına dikilip sorduğumda. Dayımın muğlak cevaplarının tafsilatını isteyen yeni bir soru, her zaman aynı muğlaklığa sahip mutat ifadeyle cevaplanırdı:

“Ben lam diyeyim, sen cim anla.”

Bazen annemle ikisi daima gizli meselelerin konuşulduğu yer olan holde fısıldaşırlardı, annem yalvaran, ürkek gözlerle, dayım benzer şeyleri konuşmaktan illallah etmiş, kasılmış suratıyla.

“Anlamıyor musun? Yakalansa haberim olur mutlaka. Dua et bizimkiler alsın, o zaman elden gelen bir şey olursa yaparım.”

“Peki neden bu kadar içiyorsun dayı?”

Sektirmeden her gün içerdi. Çiçekli, eflatun kanepede kaykıla kaykıla, kan çanağı gözlerini her yudum aldığında kırpıştırarak demleniyordu. Teypte, hançeresi dikenli tellerle muhasara edilmemiş sakıncasızlardan birinin söylediği türkü çalardı.

“Gözlerim ya eşyanın üzerinde hayaller görmesin ya da büsbütün kapansın diye içiyorum, evlat.” Eğer annem, “abi yeter bu kadarı, ha?” diyene kadar içmişse, dünyanın en tatlı insanı olurdu dayım. O zaman beni yanına oturtup acayip bir masal anlatır gibi mimiklerle nasihat vermeye başlardı.

“Dinle evlat! Biz, yani hepimiz, bir akasya ağacının gölgesinde yaşarız. Sen peki gördün mü hiç akasya ağacı? Böyle dikenli dikenlidir o. Eğer, ağacı yumruklarsan, nolur, dikeni eline batar. Sen sen ol, o ağacın gölgesinden ayrılma. Bak bana, baban o ağaca yumruk atanlardandı…”

“Abi yeter artık!” Annem örgüsünü yanına fırlatıp öne atılmıştı.

“Tamam be, amaaann.” Konu bir kez daha babamdan açılmıştı ve hazır açılmışken, bu meseleyi annemin anlamsız ketumluğuna, dayımınsa lamına cimine bırakmaya niyetim yoktu.

“Anne, babam nerede?”

“Söyledim ya oğl…”

“Yalan söylüyorsunuz?”

O gün ilk kez tokat yedim. “Bir daha büyüklerine itiraz ettiğini görmeyeceğim,” demişti dayım tokat atarken. Sokakları titreten adam, sonraki bir hafta boyunca tutulan dilimi açmak için karşımda palyaçoya dönmüştü. Annem, bana da bir şey olursa kendini asacağını söylüyordu. Az kalsın o da bir tokat yiyecekti bu lafı yüzünden.

Sonunda dilim açıldı ve ağzımdan dökülen ilk cümleyi, bu cümle annemi oldukça ürpertmesine rağmen, bir bardak su istiyormuş gibi sakince dile getirmiştim: “İnşallah ölürsün.”

Hikayenin sonunda dayım öldü. Hatta ölümünden az önce eve getirdiği mahallenin ilk renkli televizyonunda verdiler ölüm haberini. Evinden alındıktan sonra, tıpkı annemin bir daha babama ulaşamaması gibi, kendisinden haber alınamayan bir gencin kardeşi öldürmüştü dayımı.

Dayımı bir akasya ağacının gölgesine gömdüler.

Bir akasya ağacının altında doğdu, o ağacın gölgesine, telkin edilmiş bir sadakat besleyerek yaşadı. Ve olan biten her şey işte o akasya ağacının altında son buldu.