Kimsesizlerin Yarım Hikayesi

Fatma Ünsal

Cümle 1: Hastanede doğmuşum. (İlk cümle olmalı.)

Cümle 2: Ben lam diyeyim sen cim anla. (eh, bunu da bir yerde kullanırsın artık :)

Cümle 3: Ve olan biten her şey, işte o akasya ağacının altında son buldu. ( Son cümle olmalı.)

KİMSESİZLERİN YARIM HİKÂYESİ

Hastanede doğmuşum. Anam beni doğururken ölmüş.

-Buraya biraz daha duygu ver. Biraz daha. Yüzünü acıya iyice bürü. Hah böyle. Kamera!

Hastanede doğmuşum. Anam beni doğururken ölmüş. Babam kucağında kızıl suratlı, sürekli ağlayan bir bebeyle, ölen karısının bohçasıyla ve omuzlanmayı bekleyen bir tabutla…

-Yahu adamın karısı ölmüş karısı. Kucağında bebekle kalmış. Şiir mi okuyorsun birader! Az ağlak ol ağlak! Motor!

Sahneyi bilmem kaç kere çektiler. Beceriksiz herif. Bir türlü beceremedi acı çekmeyi. Fiyakasız ruh. Acı öyle mi çekilir ulan? Bir kere, bir kere kaynar çorba içmiş gibi bağrında bir yangın duyacaksın. Nefesin sıcağa yakın ılık çıkacak. Gözlerin derinlerde bir şey arar da bulamaz gibi bakacak. Saç diplerin ağrıyacak saç! Yürüdüğün yolu şaşıracaksın. Başın dönecek. Ya aktör efendi, ne bilirsiniz siz be acıyı ?

-Hüseyin, ne bakıyorsun ulan öyle? Bak bak bir de elini çenesine götürmüş ki entel entel düşünüyor. Hadi çayları dağıt bakma!

Hüseyin çayları dağıttı. Çaylar içildi. Sahne çok kez çekildi. Aktör acı çekmeyi beceremedi. Hüseyin tiksinir gibi aktöre bakıyordu. Kendisini keşfetmeyen yönetmene bir de. Hüseyin acı çekmenin padişahını bilirdi. Ah bir oynatsalar, ne rol keserdi be! Yönetmen bağırıp duruyordu. “Gerçek bu hikâye gerçek!” diyordu. “Ruh verin ruh! Gariban hikâyesi bu.”

Hüseyin, set paydos ettikten sonra, solmuş ceketini omzuna atıp evine doğru yola çıktı. Bir başına kaldığından acelesi yoktu. Anası babası yıllar önce ölmüştü. Kardeşi olacak da hayırsızın tekiydi. Yılda bir kere ya buluşur ya buluşmazlardı. O da burada, gurbette kendini geçindirmeye çalışırdı.

Evine geldiğinde saat sekizi geçiyordu. Karnını doyurduktan sonra salondaki çerçevesinin yaldızı solmuş aynanın karşısına geçti. Gözlerini derinlere daldırır gibi yaptı. Kaynar çorba içmiş gibi düşündü. Saç dipleri ağrısı. Evet saçlarının diplerinde ağrı duymalıydı. Şöyle bir çekiştirdi. Uf çok çekti ama oldu. Saç diplerinde ağrı da tamamdı. Kamera!

-Hastanede doğmuşum. Anam beni doğururken ölmüş. Babam kucağında kızıl suratlı, sürekli ağlayan bir bebeyle, ölen karısının bohçasıyla ve omuzlanmayı bekleyen bir tabutla kalakalmış. Gözünü açtı. Yok, beğenmedi baştan. -Hastanede doğmuşum. Anam beni doğururken ölmüş. Babam kucağında kızıl suratlı, sürekli ağlayan bir bebeyle, ölen karısının bohçasıyla ve omuzlanmayı bekleyen bir tabutla kalakalmış. Aynadaki jön sıfatını beğendi. Ne biçim rol kesiyordu be öyle? Neredeyse ayna ağlayacak. Devam. Gözlerini yumdu, boğazını temizledi. Aynı tondan rol yapmaya devam etti. Âdeta devleşiyordu aynanın önünde. Vay anam! Adı Hüseyin olmasa, Kadir İnanır olurdu. Gururla aynaya baktı. O da ne! Şapkalı, zayıfça, gözlüklü bir adam ona bakmıyor mu? -Oğlum Hüseyin, sen kendini fazla kaptırdın galiba. Kapa gözünü kapa. Gözünü açtı kapadı. Açtı kapadı. Aynaya tekrar baktı. Aynı adam yine karşısında. Bir akasyanın gölgesine sığınmış ona bakıyor. Bildiği tüm sureleri okudu. Gitti bir örtü buldu, aynanın üstünü örttü. Yatak odasına kaçtı.

Bu merak. Ne geldiyse insanoğlunun başına bu meraktan gelirdi zaten. Bir ayrılık, bir yoksuzluk, bir merak. Yok yahu, öyle miydi o? Bir ayrılık, bir yoksuzluk, bir ölüm. Yatak odasında, uyuyor numarası yapan çocuklar gibi gözleri kapalı bekliyordu. Dilinde de dualar. Yok, böyle olmayacaktı. Gidip bakacaktı. Ürke ürke yataktan kalktı. Salona geçti. Örtü aynanın üzerinde duruyordu. Eğer bir filozof olsaydı, kaçmanın erdemi üzerine bir kitap yazabilirdi. Ama çaycıydı ve Anadoluluydu. Kaçmak, çorak toprak çocuklarının işi değildi. Gerçi evde yalnızdı, kaçsa kim görecekti? Olsun, kör olası gururu...Meseleyi uzattığımızın farkındayız. Zavallı Hüseyin’e süre tanıyoruz. Biraz anlayış lütfen. Teşekkürler. Ya Allah’la örtüyü kaldırdı. Gözleri kapalı bir şekilde aynanın karşısındaydı şimdi. Tek gözünü açtı, işte yine o adam. Çare yok, diğer gözünü de açtı. Akasyanın altında, bu sefer şapkasını yere yanına bırakmış, düz seyrek saçları öne doğru taralı. Çenesini eline dayamış oturuyor. Bu görüntü bir gariban adam izlenimi veriyor görende. Akasya ağacı, beyaz badanalı tek katlı bir evin önünde salınıyordu, bu garip adam da o ağacın dibinde. Hüseyin iyi saatte olsunlara karıştığından emin, adamı izlemeye başladı. Adam da bir süre Hüseyin’e baktı. Hani gözlerin denk gelmesi diyebileceğimiz, bakandan gözlerimizi kaçıramayacağımız anlar vardır. Öyle bir an, Hüseyin’i buldu. Kaçış yok, yakalanmak için tüm şartlar hazır. Aynadaki adam göz kırptı. Bununla kalmadı, bir de gülerek: “Ne bakıp durun len?” dedi. Hüseyin şöyle bir sendeledi. Hemen örtüyü kaptığı gibi gerisin geri aynanın üstünü örttü. Aynanın altından ses geliyordu: “Aç len aç, gorkma yemen seni.” Hüseyin korka korka yine açtı örtüyü. “ Tanımıyon mu len beni? Bene bak, çay gap getirive bakem. Gonuşalım seninle.” Evet, artık tertemiz delirdiğinden şüphesi yoktu. Aynadaki adam kendisinden çay istiyordu. Mutfaktan gitti çay kaptı getirdi. Aynanın önüne uysal bir şekilde geldi. Aynaya çayı uzattı. Allah’ım sen büyüksün ya Rabbi! Adam akasyanın dibinden kalktı, çaya uzandı ve aldı. Geçti yerine oturdu. “Dikilme len öyle, gap bir sandalye. Daha ne şaşırıp durun? Hem dünyada her şeye aklın eriyor mu da buna inanamadın he serseri?” Hüseyin adama hak verdi, zaten başka çaresi de yoktu. Kurgucu sağ olsun. Bu, burada olması gereken bir şeydi. Kurcalamayın. “Benim filmimi yapıyorlarmış, öyle mi?” diye sordu adam. Hüseyin “Sen kimsin abi sorması ayıp?” diyebildi. Çayından büyük bir yudum alan adam: “Ben gariban bir yönetmenim len. Senin patronla, sinemacıla beni pek önemsemezleedi ya, ölünce badem gözlü olduk galiba.” dedi. Ölünce mi? Ölü. Ölü çay mı içiyor? Aynadan konuştuğuna iyice inandın da çay içmesine mi takıldın? Hüseyin artık çaresiz insanların teslimiyetiyle aynanın karşısında bir sandalyede oturuyordu. Adam bazen çayından içiyor, bazen düz saçlı başını göğe dikiyordu. Bir şey görmek ister gibi. “ Gorkma len. Sen yaşayanlaadan gork. Hem bak, şu sıfattan insana zarar gelir mi?” Hüseyin hayır manasında başıyla işaret etti. “Buralarda yaşayıp dururdum. Film çekem de hayalime gavuşem isterdim. Bak ha bu çatı hep akardı. Ayşe hep ağlardı. Bu akasyanın dalları, bu evin içinde gölge oyunları ederdi. Bak bu gökyüzünden dolunay şav şav şavkaadı. Ben hep hayal edeedim. Hep. Her gün. Her an. Sen hayal etmeyi biliyon mu de bakem?” “Bi bi biliyom abi.” dedi, “gözlerini kapatırsın, iyice şeyler düşünürsün. Sonra da uykuya dalarsın.” Aynadaki adam gevrek gevrek gülümsedi:” Hadi len oradan! Hayal insanı uyutur mu hiç? Uykudan eder be uykudan. Rahatından eder. Aklından eder. Bak bizim bu köyde deli dediler bana. Film mim uğraşıp hayal kuruyom diye. Ya ne sandın?”

Hüseyin adamın konuşmasına iyice kapılmıştı. Bu kâh çayından içen kâh gariban çehresinde düşüncelerin alayını toplamış da ağzından yanık kokulu cümleler döken bu adamın karşısında büyülenmiş gibiydi. Adam konuşmasına devam etti:” Dinlemedim ben onları. Kulağımın üstüne yattım, duymuyor gibi yaptım. Bu işlee böyle yürür aslanım. Gaççen kem ağızlılardan gaççen. Senin filmcilee yalan yanlış sahne çekiyorlar ulen. Benim anam beni doğururken ölmedi ki. He babama gelirsek, beni yaşarken öldü saydı. Beni sevmedi filmciyim deyi. Çay bene!” Hüseyin aynadan kendisine uzanan boş bardağı kaptı. Acemi gelinler gibi bardağı şangırdatarak mutfağa yöneldi. “Tertemiz delirdim, tertemiz. Aynaya çay servisi yapıyorum. Ulan ana babamız da yok ki Bakırköy’e ziyaretimize gelseler. Tuh böyle kimsesizliğe be!” diye söylenerek boş bardağı doldurdu. Getirdi, aynanın içindeki filmciye uzattı, uysalca yerine geçti. Filmci çaydan irice bir yudum alıp konuşmaya devam etti: “ Senin o filmcile de yok babam kucağında bebeyle galmış da. Ulen dirimizi bilmezlerdi, ölüyken de bilmiyorlar. Garibanlığın filmi çekilir mi be? Onlara yarın sor bakem, gölgelere ve trenlere bakarkenki hayallerimi nasıl çekcekleemiş.” Akasyanın dalları titreşti, adam silikleşti, aynada kayboldu. Ayna, aynalığına döndü. Hüseyin iyice eğilerek baktı. Kocaman burnuyla, iri şaşkın gözleriyle karşılaştı. “Vay aakedeş, filimci vaadı aynada. Gitti ya len. Vay aakedeş vay!” Vay aakedeş? Bu ağız da ne biçim bir şeydi. Bir kere dile dolanınca, o coğrafyalı kılardı insanı.

Ertesi gün film setine vardığında çay ocağına geçti hemen. Ocağı harladı. Bir tabure çekip oturdu. Biraz sonra birbirinden çalımlı tavırlarıyla oyuncular, yönetmen, set ekibi gelmeye başladı. Kölelerin ve karavaşların çalımlı yürüyüşü. Yüzlerinde vakar ve memnuniyetsizliğin her türü asılıydı. Hüseyin onları görünce istifini bozmadı. Aynadaki yönetmen gözünün önünden gitmiyordu. Filmse o da film çekmişti ama bir ağacın gölgesindeki o duruşu, tevazunun bin yıllık şarkısını şakıyordu. Bir de şunlara bak şunlara!

Çekim başladı. Motor! Dünkü beceriksiz aktör, yani aynadaki yönetmeni canlandıran başrol oyuncusu, replikleri sıralarken sıradanlaşıyor, rol üstünden akıp yerlere ağıyordu. Yönetmen sinirleniyor, tekrar tekrar çekim yapılıyordu.

-Olmuyor olmuyor! Ege ağzı nerede kaldı Altan nerede? Tekrar hadi.

-Ah benim güzel babam, sen bene destek olduktan sonra, filmlerin gralını çekerim ben gralını.

Hüseyin olduğu yerden ayağa kalktı, yönetmene doğru ilerledi. Yanına taburesini çekti. Çekim devam ediyordu. -Babasıyla arası iyi miydi ki? diye soruverdi yönetmene. Yönetmen başta anlamadı. -Ne babası? Ne diyorsun be? Hüseyin iyice yerleşti, öne yekindi. -Bu sizin hayatını çektiğiniz yönetmenle babasının arasını soruyorum. Ben iyi değil diye biliyorum da. Ben lam diyeyim sen cim anla. Yönetmen sinirlendi, kıpkırmızı bir suratla Hüseyin’in yakasından tutup sallamaya başladı.-Sen ne biliyorsun da konuşuyorsun ulan? Sana ne? Sana ne? Yönetmenin babasıyla arası iyi miymiş de bilmem ne? Sana ne ulan ölmüş gitmiş adamın hayatından? Çekil git, almayayım ayağımın altına! Hüseyin yönetmenin üzerine yürüyordu ki tuttular. Karga tulumba dışarı fırlattılar. Hüseyin kapıya bir yumruk geçirdikten sonra oradan uzaklaştı.

Yolu uzattı. Kafası dumanlı yürürken tonla küfür savuruyordu içinden. Ulan uydurukçu herifler, diyordu. Haysiyetsiz yalancılar, diyordu. Eve böyle düşüne düşüne vardı. Aynanın yanına gitmedi. Mutfakta iki yumurta kırdı, karnını doyurdu. Uyumaya gitti. Ama aklında yine de ayna vardı. Birden kendini aynanın önünde buldu. Baktı ki akasyanın altında yine oturuyor dünkü yönetmen. Bu sefer etrafı kalabalıktı. Onlara heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyordu ama onu dinleyen yoktu. Dinleyen kimisiyse, alaysı bakışlarla ağızlarını gözlerini eğip duruyorlardı ona. Yönetmen, Hüseyin’i gördü. Yüzü çocuksu bir gülümsemeyle aydı. “Çay var mı len, bizim oğlan?” dedi. Hüseyin hemen bir çay kapıp getirdi. “Dedin mi filmcilere? Napcekle? Çekebilecekle mi gölgeleri ve hayalleri?” Hüseyin bir şey diyemedi, suç işlemiş gibi önüne baktı. “Üzülme len üzülme. Bu dünyada zaten tüm hikâyeler yarım kalır. Hele kimsesizlerinki hepten yarım kalır.” Bir süre sustu. Sonra boş çay bardağını uzattı. “Hadi gal sağlıcekle.” dedi. Bunu derken gülümsüyordu, göz kenarları kırışıyordu. Gözlüğünün üstünden bakıp göz kırptı Hüseyin’e. Kalabalık, akasyanın altında birbiriyle konuşup duruyordu. Yönetmenin yanına beyaz bir at geldi. Kucağına da bir kedi atladı. Ata bir sıçrayışta binen yönetmen, eliyle Hüseyin’e selam verdi. Kalabalık onun uzaklaştığını, ufukta kaybolduğunu göremedi bile. Öylesine meşgullerdi ki. Yönetmen atını ufka doğru sürerken, arkadan bir sürü kâğıt havalandı. Bir sürü yarımlık. Dünya, yarımlıkların başkentiydi. Kalabalık yavaş yavaş eridi havada. Akasyanın dalları, yaprakları eridi. Ve olan biten her şey, işte o akasya ağacının altında son buldu.