Hane-i Gaybın Meczubu

Hacer Noğman

“Hastanede doğmuşum.” dedi yoldan geçen onlarca insana bakarken. Hamdi, sağ dirseğini çimene yerleştirip çenesini avcunun içine oturttu. Biraz daha yayıldı, ayaklarını hareket ettirdi. Kalabalığın içinden Hamdi’ye bakanlar oldu. Fakat bu, bakmaktan öteye geçmedi. Hamdi, devam etmesini bekledi. “Sadece ben hastanede doğmuşum. Ağabeylerim ise evde. Ama hep bir yerde büyüdük. Evimiz küçüktü. Biz sürekli oturma odasında dururduk. Soba oradaydı. Orada uyurduk. Duvara kadife bir örtü gerdirilmişti. Kenarlarında püsküller. Bir geyik, boynuzlarının muazzamlığını bize gösterir gibi bakıyor, yavrusu hemen yanındaki su birikintisinden su içiyordu. Çocukluğum zihnimde bu resimle canlanıyordu.” Duraksadı. Yoldan geçen insanlardan gözlerini ayırmadı. Hamdi de o insanlara bakıyordu, kafasını kaldırdı. Onları gölgeleyen akasyanın çiçeklerinde parmaklarını gezdirdi. Onların mis kokularını içine çekti.

İnsanlar yavaş adımlarla ilerliyordu. Yeni serildiği belli olan çakıllar ayaklar altında eziliyor, ezildikçe gıcırtıları insanların uğultularına karışıyordu. Devam etti: “Annem çok narin bir hanımdı. Ama ilmî meselelerde asla taviz vermezdi. Birkaç fiske yemişliğim bile vardı. Babam… Hatırımda belirdiği vakit bir acı duyumsarım. Sakalı, çehresindeki o mütebessim ifadesi. Fersude kapağıyla Kur’an-ı Kerim’i. Sıra sıra kitapları. Kitapların kapaklarına çarpık Latin harfleriyle yazdığı doğum tarihlerimiz. Benim doğum tarihimi İhyâ’u Ulmû’id-Din eserinin birinci cildine yazmış: Recep 10, 1442. Muhammed, misafirhane-i dünyaya nücûm etti. Elhamdülillah. Ah cânım babam...” Hamdi, bakışlarını ona çevirmişti. O ise halen yoldan geçenleri izliyordu.

Bu kez Hamdi konuştu. “Şu insanlara bir bak. Dört köşeli kutuyu omuzlamışlar. Omuzlarında hiç yük yok. Sanıyorlar ki yük paylaştırıldığı için böyle hafif. Lâkin öyle değil.” Lafını sürdürürken yoldan geçenlere çevirdi bakışlarını.

“Yaşam, bir kitabın sayfalarını baştan sona çevirmek kadar kısa. Belki de zaman zaman beyhude.” Hamdi bakışlarını ona çevirdi. Dirseğini çimenden kaldırıp dikeldi. Bağdaş kurmuş vaziyette ellerini iki yanına koyup gücünü ellerine verdi. O ise devam etti: “Mevzubahis kitabı da onunla götürüyorlar. Kaç yıllık bir kitaptır dersin? Elli, altmış, yetmiş? Görüyor musun o kitabı? O kitaptakilerin bir ayna gibi karşısına dikileceğini biliyor musun?” Hamdi ağır ağır fakat belirli bir tempoda başını aşağı-yukarı sallıyordu. “Lamı cimi yok; her sahife gün yüzüne çıkacak o aynada. Dünyevi tüm lafızlar o ânları anlatmakta eksik kalır…” Duraksıyor. Halen yoldan geçen insanları izliyor. Hamdi kafasını sallamayı bıraktı fakat bakışları hâlâ ondaydı. Bir şey söylemedi.

Yavaşça uzaklaştı Hamdi’den. Çakıl yolda ilerleyen kalabalığın uğultusu çok daha ilerideydi. Uğultuyu takip etti. Hamdi oturduğu yerden onu izledi. O yürüdükçe ardında harfler bıraktı. Birkaç Arapça harf. Çam ağaçlarının içinde kayboldu.

Hamdi ayaklandı. Akasyanın mis kokusunu içine çekip harfleri takip etti. Rastladığı her harfi aldı, pörsümüş pantolonun delik cebine koydu. Uzaklardan bir uğultu işitiyordu. Çam ağaçlarının arasında ilerlerken yığın kalabalığı gördü. Kalabalığın yanına vardığında son harfi de alıp cebine koydu. İnsanların az ırağına gidip onları izlemeye koyuldu. O, son kez Hamdi’ye bakıp açılan merkate uzandı. Hamdi, çam ağaçlarının aralarında dolanan ayeti kerimelerin arasında konuştu: “Yokmuş; ben lam diyeyim sen cim anla. Aynada pirüpak göre...” Etraftaki anlamsız birkaç bakış Hamdi’ye yöneldi. Bilindik umursamazlık barındırıyordu bu bakışlar. Çok sürmeden eski yerlerini aldılar.

Hamdi kürekleri ve toprakları ardında bırakıp yavaşça uzaklaştı oradan. Çamların arasında yürürken bir bey gelip Hamdi’nin omzuna elini koydu. “Hamdi, naber len.” Hamdi’den ne haberler beklediğinin pek umurunda olmadığı ses tonundan belliydi. Hamdi ses çıkarmadı. Bey de irdelemedi zaten. Yürüyüp yoluna gitti.

Akasyanın altına uzandı Hamdi. İkindinin ılık güneşi çiçeklerin arasında onu bulurken o, kalabalıktan dağılanların kısım kısım gelişlerini seyrediyordu. Kimi Hamdi’ye laf atıyor kimi ise işmar ediyordu. Hamdi, hepsine gülüyordu.

Sol dirseğiyle yerden destek alırken sağ cebindeki harfleri çıkarmaya başladı. Mahallenin imamı oradan geçerken Hamdi’yi görmüş, yaptıklarına anlam verememişti. Bir şeyler görebilmek umuduyla Hamdi’ye biraz daha yaklaşmıştı. Fakat Hamdi elini cebine atıp duruyordu. Boş cebinden boşluk çıkarıyordu sanki, diye düşünmüştü imam. Hamdi, imamı fark etti fakat istifini hiç bozmadı. İmam oradan uzaklaştı. Hamdi harfleri çıkarmaya devam etti. Gelen geçenin bakışları onun vechine çevrildi. O devam etti.

Günlerden bir gün olan bugün, geçmiş ve gelecek olan günler. Tıpkı bugün gibi sona erecek. Sona erdi denecek fakat ardı gelecek. Hamdi, çok kez daha harf toplayacak. Gelen geçenin müstehzi nazarıyla karşılaşacak. Daima gülecek. Bahsi geçen akasya ise baki kalacak. Kokusu yoklayacak çam ağaçlarını. Kokusu, yanından geçenlerin bazılarına gidecek ve onların genizlerine yerleşecek. Bir hikâye olarak var olacak olan bu akasya ağacı, Hamdi’nin misafirhane-i dünyada hanesi olacak. Bu hikâyenin son cümlesi ise şu olacak: Ve olan biten her şey, işte o akasya ağacının altında son buldu.

Hacer Noğman

➤Haftanın görevi: “Bu hafta üç cümleyle bir öykü yazacağız. Bu cümlelerin birincisi metnin ilk cümlesi, sonuncusu ise son cümlesi olacak. İkinci cümleyi de öykünün metninde bir yerlerde geçirirsiniz artık.

Cümle 1: Hastanede doğmuşum.

Cümle 2: Ben lam diyeyim sen cim anla.

Cümle 3: Ve olan biten her şey, işte o akasya ağacının altında son buldu.