YARIM HİKÂYELERİN KİMSESİZLERİ
Bebek
Hastanede doğmuşum. Doğduğum gün ölmüşüm. Ölmeseymişim seveceklermiş beni. Kulağıma ezan okuyup adımı koyacaklarmış. Kundaklara sarıp sarmalayacaklar, öpüp koklayacaklarmış. Ölmeseymişim eğer dünyadaki yerim hazırmış. Rengârenk kıyafetlerim ve oyuncaklarım varmış. Aylar sonra yürümeyi öğrendiğimde giyeceğim ayakkabım da alınmış. Fotoğraflarımın konacağı albüm bile bana ayrılan odadaki yerini almış. Gel gör ki benim için var olan her şey kalmış, ben gitmişim.
Hastanede doğmuşum. Doğduğum gün ölmüşüm. Ciğerlerim yetmemiş dünyanın havasını solumaya ve küçücük kalbim kaldıramamış kendisine dünyaları sığdırmaya. Bir gün ölmüşüm ve her gün ölerek yaşamak nedir bilememişim. Ben ölmüşüm, anne-babam yanmış. İçlerindeki yangın hastaneyi sarmış. Hastaneyi saran yangın dünyayı sarmamış ama anne-babam öyle sanmış. Hayatın bittiğini sanmışlar, dünyanın ters yüz olduğunu. Ciğerlerinin söküldüğünü, gözyaşlarının kuruduğunu sanmışlar. Sanmışlar ki bir daha hiç gülemezler, hayal kuramazlar, sevinemezler. Benim için hazırladıkları eşyalara dokunamamışlar, bakamamışlar. Aylarca mezarımın başına gelip ağlamışlar. Ben diye toprağımı okşamışlar.
Hastanede doğmuşum. Doğduğum gün ölmüşüm. Benim hayatım yarım kalmış, anne-babamın hayatı devam etmiş. Acımı unutmaya çalışırken beni unutmuşlar. Başka çocukları olmuş. Kardeşlerim. Kulaklarına ezan okuyup isimlerini fısıldamışlar. Kundaklara sarıp sarmalamış, öpüp koklamışlar. Rengârenk kıyafetler, oyuncaklar almışlar. Önce tay tay durmayı sonra yürümeyi öğretmişler. Konuşmayı da öğretmişler onlara, yanlış söyledikleri kelimelere gülmüşler. Gülmüşler ve beni unutmuşlar. Ben kimsesiz kalmışım, hayatım yarım. Benim hayatım yarım kalmış, onların hayatı tamamına ermiş.
Deli
Deli derler bana. Söylediklerimin yarısına inan yarısına inanma. Ben lam diyeyim sen cim anla. Yeter ki anla da ne anlarsan anla. Deli derler bana ama bir adım yok sanma. Doğar doğmaz bir isim fısıldamışlar benim de kulağıma. Lakin delirmek düştü payıma. Delilik yakıştı şanıma.
Bir kız sevdim zamanında. Bilirsin, herkesin sevdiği kendisine Leyla’dır. Leyla’nın gözleri aşılmaz bir deryadır. Leyla tam bir peri kızıdır. Ulaşılmazdır. Çok sevdim, o da beni sevsin istedim. Sever miydi bilemedim. Bir gün ümitliydim, bir gün ümitsizdim. Bir gün “Çıkıp karşısına söyleyeyim,” dedim, bir gün “O, bana bakmaz,” dedim. Erteledim, ertelendim. Dedim ki kendime “Leyla kim, sen kim?” Sonra dedim ki “Leyla’dır Leyla olmasına ama neticede o da bir insandır.” Bir gün cesaretimi toplayıp karşısına çıktım. Leyla’nın gözlerine baktım. O aşılmaz deryaya daldım. Leyla anladı. “Ben de…” dedi. “Ben de seni…” dedi. “Seviyorum” dedi. Leyla olmasına Leyla’ydı ama neticede o da bir insandı. Leyla anladı. Beni Mecnun etmedi, çöllere salmadı. Elimden tuttu, benimle birlikte sevda ateşine daldı.
Ateşe birlikte daldık. Birlikte yandık. Sevdaya birlikte bulandık. Birlikte güldük, birlikte ağladık. Nişanlandık, bağlandık. Mutluyduk. Hayaller kurduk. Bir askere gidip geleyim ev de kuracaktık. Aynı pencereden birlikte bakacaktık. Birlikte yaşayacak, birlikte yaşlanacak, birlikte ölecektik. Bir askere gidip geleyim, biz, biz olacaktık.
Ben askere gittim, Leyla ağladı. Bakmaya kıyamadığım o deryadan dökülen her damla yüreğime düştü. Düşüp yüreğimi dağladı. Leyla ağladı, ben yandım. Leyla’yı hep ağlarken hatırladım. Ben askere gittim, Leyla mektup gönderdi. O bana yazdı, ben ona yazdım. Mektuplar gidip geldi. Ayrı geçen her gün ayrı bir ıstıraptı. Hasret türküleri canımızı daha bir yaktı.
Zaman geçti. Mektuplar gitti, gelmedi. Ben ona yazdım, o bana yazmadı. Leyla’yı kime sorsam cevap vermedi. Anladım ki herkes bizi kıskanıyordu. Anam, babam, Leyla’nın anası, babası, komutanlar, komşular, hacılar, hocalar, dostlar, düşmanlar… Herkes bizi ayırmak istiyordu. Rüzgâr bana Leyla’nın kokusunu getirmez oldu. Kuşlar Leyla’ya selamımı söylemez oldu. Deli derler bana. Söylediklerimin yarısına inan yarısına inanma. Ben lam diyeyim sen cim anla.
Askerlik bitti, döndüm. Leyla’yı aradım, bulamadım. Deliye döndüm. “Leyla öldü,” dediler. “Hastalandı, öldü.” “Kötü hastalıktı” dediler. “Dayanamadı, kaldıramadı,” dediler. Leyla öldü, ben yandım. Ertelediğime, ertelendiğime yandım. Gözlerinin deryasına doya doya dalamadığıma, o deryayla aynı pencereden bakamadığıma yandım. Leyla öldü, şimdi en kolay yol ölmek ya da delirmekti. Delirmeyi seçtim. Leyla’yı mezardan çıkardım, içime koydum. İçimde yanan ateşin ortasına kondurdum. Leyla beni yaktı, ben Leyla’yı yaktım. Yarım kalan hikâyemizi yakarak kül etmekti niyetim. Yakarak bitirmekti. Lakin bitmedi. Yandık ama kül olmadık. Sevda ateşi sönmedi. Leyla benim içimde yandı, ben sevda ateşinin içinde.
Yandım, Leyla’ya yanılır. Desem “Usandım seni içimde taşımaktan” Leyla kırılır, Leyla darılır.[1] Delirdim, yarım kalan hikâyeler delirtir. Deli derler bana. Söylediklerimin yarısına inan yarısına inanma. Ben lam diyeyim sen cim anla.
Davacı
Ne olduysa o akasya ağacının altında oldu. İlk toplantımızı o akasya ağacının altında yaptık. Toplandık ve karar aldık. Önce vatanı sonra dünyayı kurtaracaktık. Kutsal davamız uğruna gerekirse canlarımızı verecektik. Her zaman ümitliydik. İnanıyorsak üstün olan biziz derdik. Kara bulutlar gökyüzünden çekilmese bile kardan aydınlık sabahları biz getirecektik. Çağın putlarını yerle bir edecektik. Büyüklerimizin, önderlerimizin gözünü diktiği goncalar bizdik. Çöplükte açan umut karanfilleriydik.
Dedim ya, ne olduysa o akasya ağacının altında oldu. O akasya ağacının altı bizim için Kaf Dağı’ydı sanki. Akabey’di, cennet bahçesiydi. Orada filizlenip göklere ulaşacaktık. Dört bir yana sevdamızı salacaktık. Toprağa kardeş, bulutlara yoldaş olacaktık. Zalim canavarlar bizi akasya ağacının altından koparmasaydı şayet. Koparıp zindanlara atmasaydı. Zindanlara atıp zincirlere vurmasaydı.
Zindanlara attılar atmasına, zincirlere vurdular vurmasına ama yüreklerimize dokunamadılar. Zindanlar kardan aydınlık umutlarımızı suladı. Zincirler kutsal davamızı, yegâne sevdamızı besledi. Eziyet ettiler, işkence çektirdiler, sehpalarda sallandırdılar. Yenilmedik, eğilmedik, gevşemedik, üzülmedik. Öldükçe dirildik, eksildikçe çoğaldık. Zindan duvarlarını delip zincirleri kırdık. Anka Kuşu misali uçup Kafdağı’na, akasya ağacının altına konduk.
Daha özgürdük artık. Daha cesur, daha söz sahibiydik. Daha çoktuk. Onlardan yüzlere ulaşmıştık. Yüzlere ulaşmıştık ulaşmasına ama yüzler değişmişti. Bizi yetiştiren elleri nasırlı, gözleri kahırlı, sağlam bilekli, güzel yürekli büyüklerimiz iyi atlara binip gitmişlerdi. Artık büyükler bizdik. Büyüklerimizin gözlerini diktiği goncalar, çöplükte açan umut karanfilleri bizler, çok büyüktük.
Akasya ağacının altından daha konforlu toplantı salonlarına taşındık. Kürsüler bizim olmuştu artık. Kürsülerden bağırdık. Gözümüzü diktiğimiz goncaların gözlerine bakarak bağırdık. Biz bağırdıkça goncalar kaçtılar. Onlar kaçtıkça davamız söndü. Davamız söndükçe biz parladık. Söz sahibi olduk. Söz sahibi oldukça daha çok bağırdık. Bağırdıkça davamız duyulmaz oldu. Sesimizi duyurduk, davamızı söndürdük. Bizi tanımayanlara “Eeyy!” dedik, “Eeyyy bizi tanımayan! Sen kimsin?” dedik. Bizden olmayanları yerle bir ettik. Artık dava Biz’dik.
İşte ne olduysa o akasya ağacının altında oldu. Yürekler orada coştu. Kuşlar orada uçtu. Goncalar orada açtı. Kardan aydınlık sabahlar orada kaldı. Dava orada parladı ve orada söndü. Biz orada tamam olduk, dava orada yarım kaldı. Ve olan biten her şey işte o akasya ağacının altında son buldu.
Emine Ecran Çeliksu
________________
[1] Ahmet Uluçay- Leyla’ya Mektuplar