İnsan sevip de gidemediği yerlere kendini bir şekilde iliştirecek sebepler bulur. Bir ataş yardımıyla önemli bir evrakın üzerine iliştirilen küçük bir not kağıdı gibi. Bazen sebebini dahi bilemeyiz. En az bir şeyi böyle sevdiyseniz beni anlayacaksınız. Yok sevmediyseniz, anlattıklarım sahte bir kurgudan ibarettir. Hayır, kurgu zaten sahte değildir.
“Hatırlıyor musun?” Bu soru annemizin karnından bizimle birlikte doğdu. Bir ruhumuz olsa da ve bunu bilsek de ruhlar âlemini hiçbirimiz hatırlamayız. Eğer hatırlıyorsanız ne demek istediğimi anlamayacaksınız. Hatırlamayız, insanız. Hatırlamayız ama ruhumuzun yatışıp -bu kelimeyi çok seviyorum- teskîn olduğu yerler vardır. Ezelde bilinmiş olan ve bilinmeye devam eden, aşinâ olunan yerler... İşte o anları cennete benzetiriz. Ömrümüze serpiştirilmiş parça parça mutmainlik hâlleri… İnsan bir cennet hatırası yaşar.
Salonumdaki eşyalar ile konuşmamın kimseye bir faydası yok. Bana bile. Çünkü böyle sözler bana uğradığında kabına sığmayan bir hâle bürünüyorlar ve taşıyorlar sırasıyla bütün âzâlarıma. Parmaklarımı çıtlatıyorum, ayaklarımı sallıyorum, yürüyorum, göz bebeklerim bir saniye bile durmadan pencereden dışarıyı gözlüyor. Bir şey mi arıyorum? Evet. Bir şey arıyorum. Ruhumu teskîn edecek küçük bir cennet parçası.
O, bu evden bir daha dönmemek üzere gittiğinden beri böyleyim. Her sabah pencereme çarpan bir kuşun sesi ile uyanıyorum ve her sabah penceremin önünde o kuşun kanadından kopmuş bir tüy buluyorum. Bir savaş kalıntısı gibi bakıyorum pencere önüme. Cam ve kuş kanadı arasında gerçekleşen bir savaş… O gittiğinden beri devam ediyor bu savaş, kuşlar cama çarpıyor. Ben de salonun şu sarı duvarına çarpıyorum. O küçük çıkıntıyı göremez oldum iyice ve her çarptığımda çıkıntı daha da büyüyor. Bu duvarların aleyhimde konuştuklarını duymak istemiyorum.
Evimden ve sokağımdaki bütün evlerden geçerek otogara ulaştığımda aradığım şeyin yokluğu yeniden içimde soğuk bir rüzgar gibi eserek bedenimi titretiyor. İrkiliyorum. Dünyadaki en güzel küçük cennet parçamı kaybettiğimden beri kalbim huysuz bir çocuk gibi mızmızlanıyor. Ruhumu kaplayan bu özlem bütün ferimi kesecek gibi oluyor. Birilerinin ambulans çağıracağını bilmesem yığılıp kalmayı düşünebilirdim bu meydana. İnsanlar hâlâ böyle iyilikler yapıyorlar mı? Benim için yapacak olsalar lüzumsuz bir iyilik sayarım bunu. Bu yüzden son gücümle ayakta kalmak için ikna ediyorum kendimi.
Yol… Şimdi bir şey aradığımı daha iyi hissediyorum. Hepiniz bilirsiniz, yola çıkmak bir şey arıyor olmanın en aşikâr işareti. Yoldayım ve bir parça cennet arıyorum. Kaybettiğim küçük cennet parçamın yerini dolduramaz belki ama boşluklar ile nasıl baş etmem gerektiğini de öğrenmedim. Kısık gözlerine baktığımda en çok bundan korkardım. Bir gün bu gözlerin yerinde bir boşluk görecek olsam bununla nasıl baş edebilirim?
Tramvaydan inip saat kulesine doğru yürüyorum. Gözlerim ilk başta gökyüzündeki parçalanmış bulutlara ve aralarından sızan turuncu ışıklara kayıyor. Ardından Erciyes’e... Bu dağ bütün bir şehrin bekçisi gibi tepemizde dikiliyor ve bizi gözetliyor. Her nerede olursak olalım gözlerimiz bir şekilde buluşuyor onunla. Başımızdan eksilmesini hiç istemeyeceğimiz heybetli ama sessiz bir baba gibi…
Yolun karşısına geçerek Sahabiye medresesine giriyorum. Kaç kere bekledik bu kapının önünde birlikte? Bilmiyorum. Her seferinde büyük bir merakla geçerdik avluya. Akabe’ye uğrar Esat abinin çayını içerdik. Yeni çıkan kitaplardan bahsederdi bize. Bir cennet parçamız da orasıydı. Bu avlunun nasıl bu kadar huzurlu olduğuna şaşardık. Bunca yıldan sonra yeniden geçtim bu kapıdan. Avlu hâlâ huzurlu ve Esat abi hâlâ kısık gözleri ile bana bakıyor. Şaşırıyor, soruyor, çay istiyor, anlatıyor, gözleri doluyor ve uğurluyor beni. Ben de şaşkınım Esat abi. Bunca yılın ardından…
Akşam ezanı okunmak üzereyken Hunat Hatun camine geçiyorum. Burası şehrin en sevdiğim yeri. Hele kış akşamlarında sarı ışık altında şu kümbetlerin üzerindeki karları izlemek öyle güzel ki… Camiye gelip cemaat ile namaz kılmayalı ne kadar çok zaman olmuş. Birlikteyken sık sık gelirdik. Meydanın bu tarafındaysak Hunat Hatun’a diğer taraftaysak Bürüngüz’e giderdik. Meydan çok büyük olduğu için karşıya geçmek de çok büyürdü gözümüzde. Soğuk ve sakin kış akşamlarında ne çok yürümüştük bu meydanda. Yavaş yavaş… Bir şey arar gibi değil sadece yürür gibi. Şimdi tek başıma, çift kişilik hayaletlerin arasında soğuk bir kış akşamında bir şey arıyorum bu meydanda. Şu dışarının soğuğu biraz olsun ruhuma da işlese, ferahlasam…
Ben bunları düşünürken bütün cemaat dağılmış bile. Kapının önünde bekleyen yaşlı amcaya ve yanında ağlayan küçük kıza kayıyor gözlerim. Hele amcanın gözleri… Öyle tedirgin, öyle mahcup, öyle ıslak… Yanlarına vardığımda bu gözler devamlı olarak benden kaçıyorlar. Biraz eğilerek küçük kızın gözlerindeki yaşı siliyorum ben de.
+Hayrolsun inşallah amca, ne oldu?
-Torunumun çizmeleri çalınmış kızım. Camiden çıkacağız ama bulamadık. Rahmetli annesinin hediyesi diye çok severdi. Cebimde beş on liram ancak var. Torun da yeni çizme istemiyor illa annesinin aldığı olacakmış.
+Evinizde birileri yok mudur amca, başka bir ayakkabısını getirseler?
-Benim ondan onun benden başka kimsesi yok. Ben ona sahip çıkarım o bana neşe olur. Öyle geçinip gideriz. İmanlı, ahlâklı büyüsün de başka bir şey istemem. Şuna baksana ne ayarı bozulmuş insanlar var. Küçücük çocuğun çizmesinden ne istemişler de çalmışlar? Kalpleri bozuk bunların. Öyle olunca ahlâk sahibi de olamamışlar. Allah ıslah etsin böylelerini.
+Amin amca amin, çok haklısın. Haklısın da, şimdi ne yapsak acaba? Siz burada bekleyin şu ilerideki avmden bir koşu çizme alayım da geleyim ben, olur mu?
-Olur kızım olmasına da, torun tutturdu aynısı olsun diye. Rahmetli annesi de oradan aldıydı o çizmeyi. Sen başka bir şey zannetmezsen parasını versen de ben gidip aynısından alsam olur mu ki he?
+Estağfirullah amca, olur tabii neden olmasın. Ben burada beklerim inşallah. Buyur bu da parası. Yeter herhalde.
-Yeter kızım yetmez mi? Allah razı olsun senden, Allah ferahlık versin kalbine. Buralarda ne ararsın bilmem de umduğuna kavuşasın inşallah.
+Sağ olasın amca, amin inşallah. Hadi git sen üşümesin kızcağızın ayakları daha fazla.
-He doğru dersin kızım, haydi Allah’a emanet.
Adını bilmiyorum. Sormalı mıyım? Birine adını sormayalı ne çok zaman oldu. Bütün isimler bir şekilde O’nun adı gibi geliyordu bir zamanlar. Bu zannımın geçip geçmediğinden bile haberim yok. Gözlerini kaldırıp bakamıyor gözlerime. Ayakları üşüyor, minik elleri ısıtmaya yetecek mi ki? Ben neyi arıyordum sahi? Bu yaşlı, ürkek gözler bana her şeyi unutturuyor. Yüzüne dalıyorum ve çıkamıyorum. Daldığım ve çıkamadığım her yüz ne kadar benziyor O’nunkine.
Gürültü ve birkaç feryad ile uyanıyorum daldığım yüzden. Avlunun içine doğru birkaç kömür parçası fırlıyor. Derin ama kısa bir sessizliğin ardından hızlı hareketlenmeler duyuyorum. Adını bilemediğim bu küçük kız ile birbirimize bakıyoruz. Ona buradan ayrılmadan beni beklemesini söylüyorum. Allah’ım, düşündüğüm şey olmasın lütfen. Ben sadece iyi bir kurgucuyum sense kaderlerimizi yazansın. Koşar adım dışarıya çıkıyorum. Sonradan bu anı haberler şöyle özetleyecek: Kömür torbaları ile dolu kamyonet direksiyon hâkimiyetini kaybederek karşıdan karşıya geçen 78 yaşındaki adama çarptı. Yaşlı adam olay yerinde vefat etti. Yola savrulan kömürler nedeniyle neredeyse bütün meydan kirlendi. Olay yeri incelemesinin ardından meydan, belediye ekiplerince temizlendi.
Tedirgin, mahcup ve yaşlı gözler artık kapalıydı. Yaşlı adamın elinden kaldırıma savrulan ayakkabı kutusundan da bahsetmedi kimse. Olay yeri inceleme ekiplerince de incelenmedi. Ben aldım o kutuyu. Kömür kirinin kolay geçmeyen bir şey olduğunu gördüm o anda. Küçük kızın da bunu görmesi için elimdeki çizmelere ihtiyacı vardı. Kömür boyasına karışmış kırmızı kanın rengini öğrenmesi için döndüm ve çizmeleri ona giydirdim. Bunu öğrensin diye yapmadım elbette. Ama çizmeleri ona bunu öğretecekti birazdan. Kimsesiz olduğunu anlamış biri bir eli nasıl sıkıca tutarsa öyle tuttu elimi. Ben de O’nun elini böyle tutmuştum o arabanın içinde. Parçalanmış da olsa bir mutmainlik aramak için geldiğim bu şehirde…
Ayşenur Oskan