Çadırın tentesinin altında sancak düğümü yapıp bozuyorum. Kalın ipten bir halka yap, ince olanı içinden geçir, çıkan ucu aşağıya meyillendir sonra kendi çevresinde şöyle bir tur attırıp hızlıca çek Cihangir, diyen babamın sesi kulağımda. Sönmek üzere olan ateşi alevlendirmeyi de çadırı kurarken akan teri de ilk onda gördüm. Ferman Padişahındır Dağlar Bizimdir’i ilk ondan dinledim. Ya küçükken öğrendiklerimiz bizden önce ulaşır menzile de sessizce beklerler gelmemizi ya da babalar çocuklarını ilk gördüklerinde anlarlar olacakları.
Ağrı Dağı’nda kulakları çınlatan yükseklikle, deriyi tarayıp geçen esaslı taşlarla yeni tanışanlara sırtımı döndüm. Tırmanıyorlar. Nefeslerini duyuyorum. Nefesleri kadar hızlı kanlarını, geriye bakmaması tembihlenmiş gözlerini hissediyorum. Yüzümü Iğdır’a döndüm. Bir ucunda Ağrı’dan ayrılırken yanında dağını da getiren Suveren, bir ucunda sınır çizen Aras Nehri. Bir de Saraçlı. Memleketim. Beni ne bağrına basan ne de benden vazgeçen memleketim. Üstüne sinen pis kömür kokusunu her mevsim taşıyan sokaklar beni kusar gitme vaktim geldiğinde. Köyün girişindeki evimiz gridir. Annem gittiğinden beri hangi renge boyasak tutmadı. Babam duvarlara tutuna tutuna gelir. Gözlerini yere dikmeye mecbur bırakan beline söylenir yürürken. Başını kaldırıp toplandığımı gördüğünde anlıyor artık, hiç sormaz nereye diye.
Dağa döner dönmez de içimde öyle kudretli bir istek doğar ki köye gitmek için, sanki az önce çıktığım yer orası değildir. Saraçlı’nın bağırarak beni geri çağıran görüntüsünden gözlerimi kaçırmaya çalışırken bu sefer bir hayal belirir hemen önümde. Yerde düşmana karşı nehri savunan uzun sert çehreli atlılar olur, gökte simsiyah atların üstünde kuzu derisinden kara başlık takmış âşıklar atışır. At çığlıkları âşıkların seslerini bastırır. Ben tam kim olduklarını çıkaracak gibi olurum, işte o zaman kanatlanıp yükselirler. Kafamı kaldırdığımda bütün gökyüzünü siyah bir kanadın kapladığını görürüm. Sonra. Sonra ağzını göğe dönen hilali görürüm ve nerede olduğumu hatırlarım. Gece yine soğuk geçecek.
Gün ve dönmeye direnişim hep birlikte başlar. Bu gelişimde takatli olacağım diye söz vermiştim kendime. Öyle de oldu, on iki ufuk devirdik ülkeye giren ilk güneşle birlikte. Ama daha fazla dayanamıyorum. Yol beni çağırıyor. Ben ona revan oluyorum. Köyden beri üstümde taşıdığım kömür kokusunu rüzgâr getiriyor. Ben de babamın çadırını ve kendimi sırtımda taşıyarak aşağıya iniyorum. Zirvesi ne kadar çetinse etekleri bir o kadar rikkatli. Eteğe en son işlenen inciler gibi burada yüzen gri balıkçıllar, sakarmekeler, angıtlar. Şu büyük siyah sakarmeke, rahatsız edici bir sakinliği var. O kanatlar onun değilmişçesine hiç uçmuyor. Her yıl erimeye başlayan karların hayaliyle buraya göçtüğünü bilmesem uçabildiğini bile unutacağım.
Bölünerek çoğalan yollar, hangi ağacın altında mola verilir hangisinin altında yılanlar yuva yapar ezberimdedir. Annemin yüzü gibi ezberimdedir, bayramda ziyaret edilen ilk evin kokusu gibi. Kuzeyde Elegez, güneyde Karasu-Aras Sıradağları’yla çevrili geniş Iğdır Ovası yürümeye mecbur olana sahici bir gülüş atar ve yürüdükçe daha fazla toprak sunar önüne. Gelen geçen herkesi görebilmeleri için hemen girişine yaptıkları çay ocağında köyün yaşlıları oturuyor. Kıstıkları gözleriyle beni diğerlerinden önce tanıyıp gelişimin haberini verenlerin haklı gururu okunuyor yüzlerinden. Babam aralarında değildi ama evde de yok. Yolun
yorgunluğunu iyice hissetmeye başladım durunca. Aynadaki soluk benzim beni yatağa çağırıyor, ama önce babamı bulmam lazım. Küçücük köyde uğradığı iki üç yer var. Akşam da oluyor, bu saatleri sokakta karşıladığı çok nadir olur. Şu başıma üşüşen boz serçe sürüsü bir huzur verse daha rahat bakınacağım etrafa ama onları bir türlü kovalayamadım. Geçen günlerde bir arkadaşından bahsediyordu, bir ustadan. Deri çizmeler yapıyormuş. Sazın ve sözün tadına varıyorum orada da demişti.
Yukarı mahallede sazın sesine karışan derinin kokusunu takip ederek geldiğim dükkânın önündeyim şimdi. Babamın munis yüzü işte orada. İki kişi zor sığmışlar içeriye. Tavan sadece onların ayağa kalkabilecekleri yükseklikte.
“Burası benim dükkânım değil aslında. Sabahları parasını kazanmaya giden yaşlı bir çizme ustası gibi değil çilesini çekmeye gelen bir mürid gibi hissederim. Dergâhta çileyi bu çizmelerin derileriyle birlikte çekiyoruz. Dükkânı saran ağır koku onların acı feryatlarıdır. İyice dövülmediklerinde bilmiyorlar hangi koyunun sırtında hangi yokuşları tırmandılar. Uğraşılmadan öylece veriverilen çizmenin sahibini sonra ara ki bulasın, çizme sahibine sirayet eder. Sahi abi soruyum soruyum diyorum unutuyorum hep, siz nereleri geçip gelmişsiniz buraya?”
Kömürün söndüğüdür. Ak kuşun kanatlandığı. Dizime gelen deri çizmelerimle, başımdaki kara kalpağımla kızıl atıma bindiğimdir. Göğsümü bir türkü yırtar. Sulduz’dan gelenle birleşir, Kura Nehri’ni aşıp Kırmızı Köprü’ye kulak verenle de. Kars Kalesi’nden geçerken tuz serpiyoruz yeryüzüne. Geldik. Iğdır Aralık Saraçlı’dan Gürcistan Borçalı Saraçlı’ya. Elat Bayramı’nı kutlayanların arasına karışıyoruz.
Karapapak-Terekeme Türkleri Saraçlı Köyü’nün ilk sakinlerindendir.