Küreğini önündeki yığına sapladı ve ufak kömürleri kovasına döktü. Sonra tekrar küreğini yığına sapladı ve tekrar kovasına attı kömürleri. Hareketlerinde tekrara düştüğü birbirinin benzeri beş dakikanın ardından bekçinin sesi ile irkildi. "Ne oyalanıyorsunuz? Hadi bitirin!" O ve on dokuz kişi ellerindeki kürekleri aniden bırakıp kömür yığınından hemen uzaklaştı, hepsi deponun kapısına doğru yöneldi ve sıraya girdiler. Teker teker kovalarını tartıya koyuyorlardı, tartıdaki sonuç sınırın üstünde çıkarsa elleriyle kömürleri boşaltmak zorunda kalıyor ve ancak ağırlık on kilonun altına düşünce depodan çıkabiliyorlardı.
Önünde sadece bir kişi kalmıştı, o da kovasını boşaltırken elinden düşürdüğü kömürle bekçinin turuncu çizmelerini kirletti. Bekçi köpürdü, yanındaki adam çizmelerini silerken o sıradakine "Gel buraya," diye bağırmaya başladı. Titreyen adama bakarak; "Adın ne?" diye sordu bekçi. "Fur… Fx111." "Tamam ismin var listede, bakalım ne kadar fazlalık var kovanda?" Fx111, elindeki kovayı tartıya koydu ve bakışlarını tabelaya çevirdi. Tabela tam olarak on kilo gösteriyordu. Bekçi inanmadı, tekrar koy dedi kovayı, Fx111 kömürleri kaldırdı ve tabela sıfırlanınca tekrar aynı yere koydu. Yine on kilo yazıyordu, ne bir gram fazla ne bir gram azdı. Bekçi; "Eh şans, arada bir böyle şeyler olabiliyor tabii," dedi. Ve ardından geç bakalım, diyerek adamı gönderdi.
Fx111, depodan çıkınca derin bir nefes almak istedi, denedi, havayı içine çekti, hava bir yere kadar doldu ciğerlerine, göğüs kafesi genişledi, ama doyurmadı onu. Ağzını açıp bir nefes daha aldı, boğazının yandığını hissetti. Göğe baktı, griydi, ama uzaklar daha griydi, hızlı adımlar atmaya başladı, yağmura yakalanmaktan korkuyordu, kömürleri ıslatmaktan, iki gün soğukta uyumaktan, giysilerinin balçığa bulanmasından korkuyordu. Su dağıtımına üç gün vardı, kafasına yapışacak olan siyah yağmurdan ve o üç gün sürecek kaşıntıdan korkuyordu. Hızı korkusu ile yarışmaya başlamıştı. Kulübeye varır varmaz ateşleyeceği kazan gözünün önüne geldi, dünden kalan ekmeği kazanda biraz ısıtıp afiyetle yiyeceği anın lezzetini damağında hissetti. Yorgunluğunun sıcakta eriyen bir madde olduğunu düşünürdü hep. Günün sonunda kazanın yanına kıvrılıp duvardaki gölge dansını seyredecekti. Kemiklerindeki ağrıyı o sıcacık kulübede eriteceği zamanın düşünü kurarak yürümeye devam etti.
Birkaç metre ilerleyince ciğerleri onu durduruyordu, biraz dinlenip yoluna devam edince dizlerindeki ağrı artıyordu. Kaç yaşındaydı, kırk galiba, kırk yaşında, ömrünün son evresinde, iki yıllık bir sanayi işçisi emeklisiydi. Ömrü uzadıkça devletin verdiği yardım azalıyordu ve ilerleyen yıllarda Fx111 ölüme daha çok yaklaşsın diye iyice azalacaktı. Ek iş bulmak zorundaydı, birikim yapmalıydı, bu yüzden beş gündür sokaktakiler gibi Karagöl'ün kıyısından siyah tabaka toplamaya gidiyordu. Karagöl'ün kirli suyunun, kenarındaki toprak ve taşlarda oluşturduğu bu siyah tabaka boya veya mürekkep için kullanıldığından bir kilo siyah tabaka karşılığında iki yüz elli gram kömür alabiliyordu. Ya da beş dilim ekmek veya iki yüz elli ml su… Ama o bu soğuk memlekette, kömür almayı daha mantıklı buluyordu. Beş gündür göle gidip geldiğinden dizlerindeki ağrı daha da artmıştı. Şimdi kovayı taşımaktansa sürüklüyordu. Kulübesine kestirmeden varabilmek için 205. sanayi mahallesinden geçmesi gerekliydi ve caddenin başına gelince cebinden bir tarafı gri bir tarafı siyaha dönmüş maskesini çıkardı. Siyah kısmı dışarıya çevirip maskeyi taktı, sızlayan diz kapaklarını ovdu ve ayaklarının hızını tekrar artırdı.
Gökyüzü iyice kararmıştı, yanından geçtiği tekstil fabrikasının ışıkları bu karanlıkta parlıyordu. Fabrikaların ışıkları hiç sönmezdi. Zaten içinde ışıkları olmasına izin verilen tek yer fabrikalardı ve onlar da nispet eder gibi pencerelerinden sızan sarı ışığı hiç söndürmezlerdi. Hem gri havada hem de kara gökyüzünde parlayan yıldızlardı onlar. Hatta motor fabrikasının bacasında kırmızı ışıklar vardı. Yürürken gözüne takıldı o kırmızılık, gri kaldırımların, koyu gri binaların, siyah elbiselerinin arasında kırmızı bir ışık ona daha önce duyduğu ama hiç görmediği güneşi hatırlattı. Gri bulutlar ardında doğan ve batan güneşin prototipi olmalıydı bu baca. Kırmızı bacanın borusundan çıkan kara bulutlar gri gökten dünyanın sonuna siyah bir yol açıyordu sanki. Biraz vakti olsa daha dikkatli daha hayran inceleyecekti bu bacayı. Ancak nefessiz kalan ciğerleri onun bu mahalleden acilen çıkması için bağırıyordu.
Uzaktan gelen helikopterin sesini duydu, ses biraz sonra rüzgara dönüştü ve rüzgâr Fx111'in dengesini sarsıp onu yere düşürdü. Birkaç kömür sarsıntıyla kovadan zıpladı, sonra başka bir ses daha duydu ama ne olduğuna anlam veremedi. Helikopterin ardından baktı, güvenlik birimine ait olduğunu fark etti. Nedense çok alçak uçuyordu, kaçak birileri vardı belki, dedi, belki de biri bir yerde suç işlemişti. Kim bilir? Fx111, rüzgârın ardından kaldırıma dökülen kömürleri toplamaya başladı, topladı, ayağa kalktı, sonra uzakta eğri büğrü bir kömür daha gördü. Ona doğru yürüdü, elini uzattı, dokunması ile kömür gözlerini açtı, çırpınmaya başladı, Fx111 dehşete kapıldı gördüğüne anlam veremedi, kömür sandığı şeye elini uzattıkça o şey çırpınıyordu. Küçücük kafası vardı uzun tüylü kuyruğu ve gövdesinin iki yanında tüylü kolları. Acı çekiyor gibiydi, kendince bağırıyordu, Fx111 o şeyin ıslak tüylerini fark etti eli de ıslanmıştı, havaya kaldırdı parmaklarını ve parmaklarına düşen bir damla ışık ellerinin kızıla boyandığını gösterdi. Yerde çırpınan şeyin tüylü sağ kolundan kan geliyordu.
Ne yapacağını bilemedi, bu şey insan değildi, daha önce hiç böyle bir şey görmemişti, sanki gökten düşmüş gibiydi. Ki evet gökten düşmüş olması çok yüksek bir ihtimaldi. O bir yeri kanayınca kayıtlı olduğu revire giderdi. Ama şimdi bu şeyi nereye götürse ne yapsa bilemedi, en iyisi güvenlikçilere teslim etmekti. Bu bir test olabilir diye düşündü ve bu şeyi teslim etmezse ceza yemekten korktu. Elini tekrar uzattı o şeye ve çırpınmasına aldırış etmeden kovanın üstüne koydu. Zavallı şey bağırmayı bırakmıştı ve artık acı çektiğini sadece nokta kadar olan gözleri ile ifade ediyordu.
Fx111, elindeki kovayı kulübesine bıraktıktan sonra güvenlik binasına gitmeye karar verdi. Kömürlerinin ıslanmasını göze alamadı. Zaten çok vakit kaybetmişti, yağmur her an yağabilirdi. Artık can havliyle koşmaya başladı, gök gürültülerini duyuyordu, yağmurun arkasından geldiğini biliyordu ve hızlandıkça hızlandı. Çatılara düşen patır kütür yağmur tanelerinin sesleri onun artık yakalanmak üzere olduğunu söyledi. Ve Fx111'in uzun siyah saçlarının arasına bir damla düştü. Sonra damlalar arttı, omuzlarını, kollarını, bacaklarını ıslatmaya başladı. Oysa kulübesine sadece beş dakikalık uzaklıktaydı ama yağmur bardaktan dökülüyor gibiydi. Gözleri sızlamaya başladı, görüşü daraldı, sürekli eliyle yüzündeki gri suyu silse de yağmur göz açmasına müsade etmedi. Islanmıştı. Hem de evine beş dakika kala yağmurun gazabına yakalanmıştı. Onu yere düşüren helikoptere kızdı, kendiyle birlikte yere düşen kömürlere kızdı, çık çık ses çıkaran o şeye kızdı. Beş dakikasını hiç eden her şeye lanetler savurdu ama eline hiçbir şey geçmedi. Hiçbir şey görmeden sadece hisleriyle yürümeye çalıştı. Evinin yerini tahminen hatırlayıp kapıya dayandı, elini dokunmatik anahtara koydu ama sistem hata verdi. Gözlerini silip kapıya tekrar baktı, yanlış kulübe olduğunu anladı. İki kulübe daha vardı kendininkini bulmasına. Biraz daha dayan dedi kendine ve sürünerek ilerledi. Beş dakikalık yolu yarım saate çıkararak varmıştı kulübesine. İçeri girince kovayı bir köşeye bırakıp siyah çizmelerini çıkardı, ayakları ıslaktı, üstündeki giysiler yapış yapıştı. Elleri, saçları, Karagöl'ün suyuna girip çıkmış gibi renk değiştirmişti. Üç yıl önceki dağıtımdan kalan pantolonu aramaya koyuldu. O yıl giysileri iade alırken bir karışıklık olmuştu ve pantolonu almayı unutmuştu geri dönüşüm toplayıcıları. Kazanın arkasına sakladığı pantolonu buldu ve üstündeki balçık kaplı tulumu ve polar hırkayı çıkardı. Önündeki üç gün için kullanabileceği bir litre suyu vardı, içme suyuydu, onunla ellerini yüzünü yıkayamazdı, kaşınmak susuzluktan ölmekten daha doğru bir seçenekti.
Islak giysilerini duvardaki ipe astı. Bir dilim ekmeğini ve bir bardak suyunu alıp yerdeki yorganın altına girdi. Hava kararmıştı, kulübe iyice soğumuştu, dışarıdaki rüzgar pencereleri patlatıp içeri girecek gibi saldırıyordu. Ve kazanı boş kalmıştı. Duvardaki gölgeler bu gece yoktu, hayalini kurduğu sıcaklığı yağmura feda etmişti. Açlığı isyanına baskın çıkınca düşünmeyi bırakıp ekmeğini ısırdı. Sonra bir ses duydu sandı, hışırtı gibi bir ses, cık cık diye bir ses, iniltiyle karışık. Dışarıdan geldiğini düşündü. Ve ekmeğinden bir ısırık daha aldı, bir tane daha, bir yudum da su içti. Sonra pencereden vuran ışığı ve o ışığa düşen yağmur damlalarını izlemeye başladı. Bu gece sıcak bir yatakta uyuyabilirdim diye düşündü, sonra helikoptere lanetler okudu. Sonra güvenlikçilere gitmesi gerektiğini hatırladı. Cık cık sesi tekrar yükseldi. O şeyi unuttuğunu fark etti. Ekmeği ve suyu bırakıp yorganla birlikte ayağa kalktı, ıslak kovanın yanına gitti, alacakaranlıkta elini üstünde gezdirdi ve o yumuşak tüylü şeyi avuçladı. Koşup pencerenin önüne koydu. Ama sanki penceredeki ışıkla baktığı şey, bugün kaldırımda bulduğu şeyle aynı değildi. Üstünde beyazdan griye, griden siyaha dönen halkalar vardı, sağ kolu yapış yapıştı yine ama kafasının altı bembeyazdı. Fx111 şaşkınlıkla önündeki siyah, beyaz ve gri geçişli tüylere göz atıyordu. O şey ise arada bir gözlerini aralayıp acı içinde Fx111'e bakıyordu. Fx111 o yapışkanlığın kan olduğundan emin olmak için elini tüylü kola uzattı ve dokunması ile o şey acı içinde bağırdı. Artık emindi kırmızı sıvı kandı ve o şey acı çekiyordu, tıpkı kendi gibiydi, canlıydı. Kara Bölge'de benzerlerinden, yani insanlardan farklı bir canlı vardı. Ve o şeyin kolu yaralıydı.
Elini kestiğinde revirdeki görevlinin ne yaptığını anımsamaya çalıştı. Ve hızla bardaktaki suyu alıp o şeyin yaralı koluna döktü. Su ile beraber kolundaki siyahlıklar renk değiştirdi ve o şeyin kanlı tüylerinin kızıllığı belirdi. Pantolonundan küçük bir parça kopardı ve o şeyin koluna sardı. Bardağın dibindeki birkaç damlayı da o şeyin ağzına döktü ve ekmeğinden biraz parçalayıp önüne bıraktı. O şey gözlerini kapatıp açtı, Fx111 de aynı şekilde gözlerini kapatıp açtı. Sonra pencerenin önüne oturup o şeyi izlemeye başladı. Kolları uçakların kanatlarına benziyordu. Acaba o da uçabiliyor muydu? Su dökünce rengi değişti, aslında beyazdı da acaba bulutlar gibi o da mı gökte siyaha dönmüştü? Acaba başka bir yerden mi geldi buraya? Fabrikadan çıkan kamyonların gittiği o yerden mi geldi? Acaba beyazın beyaz kaldığı, siyah yağmurların yağmadığı, insanlık dışında başka canlıların da yaşadığı bir yer var mıydı? Böyle bir yerin varlığı mümkün müydü?