Sefa Olmuş, cumayı eda ettikten sonra, dağılan cemaat arasında onu gözleyen Hacı Sabit’e yakalanmamak için, avlunun arka duvarından atlayıp İstasyon Caddesine doğru seğirtti. Vakur ihtiyarların kalın, kırçıl kaşları altındaki şaşkın bakışları ve ağızlarını leçekleriyle örten kadınların gülümseyen bir avuç çehreleriyle karşılaşınca dişlerini sıkıp ciddi bir ifade almaya çalıştı. Burası, memleketin en umulmadık köşelerine kadar her yere göç veren, adı daha çok tuhaf ve olumsuz istatistik sonuçlarıyla ya da sunucunun “doğum tarihiniz?” sorusuna karşılık doğduğu yeri söyleyen kadınla özdeşleşmiş bir şehirdi. Ve her cuma, şehrin hatırlı isimlerinden Hacı Sabit, bir çay içimi muhabbet teklifiyle Sefa Hoca’nın koluna giriyor, ekseriya ezoterik tarihi konular açarak başlattığı sohbeti, bir punduna getirerek kızını Hoca’yla evlendirme muradına çekiyordu. Sefa Olmuş, bu bitmek bilmez ısrarın bunaltıcılığını, damağında kaygan bir ıtır etkisi bırakan kaçak çayı art arda yudumlayarak bertaraf etmeye çalışıyordu.
Caddeye çıkarken telefonu çaldı.
-Efendim abi.
-Cuman mübarek olsun aslanım, nasılsın?
-Senin de abi, sağ ol abi iyiyim, seni sormalı.
-Ben de iyiyim aslanım, cumaya çıktım, ezanı bekliyordum. Dedim bi arayayım sesini duyayım. E yok de mi bi yaramazlık?
-Yok yok abi, ne yaramazlığı, bildiğin gibi değil, o kadar iyiyim.
-Aman aslanım iyi ol. Var mı bi ihtiyacın?
-Her şeyim tam abi, sağ ol.
-Tamam, tamam, hadi, bak bir şey lazımsa söyle.
-Olsa söylerim abi, sağ ol.
-Hadi o zaman, kendine dikkat et bak. Hadi, hadi görüşürüz.
-Sağ ol abi, yengeme, çocuklara selam söyle.
-Aleyküm selam, aleyküm selam. Hadi hoşça kal, dikkat et kendine.
-Tamam abi, ederim, sağ ol.
-Hadi oğlum hoşça kal.
Telefonu kapatınca, ara sokağa girdi. Taş Kahve’nin önü cuma müşterileriyle lebalep doluydu. Karşı kaldırıma geçip, birkaç dükkan aşağıdaki Allahverdi’nin Yeri’ne girdi. Görev yaptığı lisenin öğrencileri, köşedeki langırtın başında toplanmış, ikili takımlar halinde çığlık çığlığa maç yapan arkadaşlarını seyrediyor, sıranın kendilerine gelmesini beklerken sabırsızca tezahürat yapıyorlardı. Sefa Olmuş öğrencilerinin teneffüs ortamını bozmak istemedi, her an sarf edebilecekleri bir küfürü duyup müdahele etmek zorunda kalabilirdi. Fırfır dönen kol takımlarından gözünü ayırmayan öğrencileri kendi hallerine bırakıp, gerisin geri Taş Kahve’ye geçti.
-Vallah kömürümü senin oğlun çalmiş.
-Ya Rabbi, ya Sitaaaarr. Vallah bühtan atersen.
Akşam bu kahveden kol kola çıkacak olan Sinyor’la Kömürcü, mutat tartışmalarına çoktan başlamıştı. Bayburtlu Molla elini kaldırıp karşısındaki boş sandalyeye buyur etti Sefa Hoca’yı. Kalpağını masaya koyup, Sefa Olmuş’un elini sıktı.
-Bak Satılmış sana ne getirdi.
Masanın altından, üstünde Pril yazılı karton kutuyu çıkarıp masaya koydu.
-Seni bekledi gerçi, ama geç geldin bu sefer.
-Yahu yine ne zahmete girmiş Satılmış Dayı?
-Zahmet nedir öğretmen bey? Üzümdür, ketedir, helvadır, afiyetle ye. Azdır bunlar zaten.
-Bunları ben de alırdım, niye uğraşıyorsunuz?
-Bişe etmez, bişe etmez. Oğlum bize çay ver hele.
Sefa Olmuş, kutunun kapak kanatlarını birbirine geçirip tekrar masanın altına, köşeye koydu. Sinyor’la Kömürcü, karşılıklı otururken, şimdi birbirlerine omuzlarını çevirip karşı duvara dönmüşlerdi. Önündeki kaseden, kat kat yağ üstünde kalmış eti didikleyen tek kanatlı kartalı izliyor, kafalarında az sonra sarf etmeyi planladıkları sözleri kurup, biraz önce provasını yaptıkları asıl tartışmaya hazırlanıyorlardı. Sefa Olmuş da zoraki bir iştahla öğününü yiyen kartala döndü. Kahveci Rıfat, Murat civarında avlanırken hayvanı sakatlamış, sonra merhameti galip gelince sahiplenip kahvesinde bakmaya başlamıştı bu kartala. Rıfat’ın oğlu Mürşit, dağa çıkmadan önce, bu kartal için bir protez kanat yapmaya çalışıyordu. Akşama kadar kartalın sağlam kanadını açıp detaylarını inceliyor, kanat yapısı hakkında gerekli gereksiz birçok meseleyi Sefa Hoca’ya danışıyor, titanyum telleri büküp çatarak yol almaya çabalıyordu. Kömürcü kahverengi mısırlı çoraplarını yarı dizlerine kadar çekiştirdikten sonra tartışmayı tekrar başlattı:
-Ottuz senedir bir mehledeyiz, bir huzur göstermediz.
-Cehneme keder, sanki siz çok paksınız.
-Özan bah, İtalya’ya gittin barınamadın.
-İtalya’da işim kalmadı, geldim. Sanat öğrendim, çıhtım geldim.
-Peh peh peh. Begefendi cızme yaper, sosyete giymez o cızmeleri.
-Göbeğin muğaraya gömülmüş, bilmediğin poha burnun sohersen.
-Sanki…
-Vule hiç olmazsa cuma seeti yemeyin birbizi, hoce rehetsizdir. Bayburtlu Molla tartışmayı bitirdi. Sefa Olmuş’a döndü:
-Bir çay daha içersin?
-Yetti Molla Amca, sağ ol.
-İç bi tene daha iç.
-Sağ olasın, bir tane de fazla geliyor bana.
-Anan gori bi tene daha iç.
Bu Sefa Hoca’nın üstesinden gelemeyeceği bir tartışmaydı.
-E hadi son bir tane daha içelim.
-Oğlum çay ver öğretmen beye bir tene daha.
Hoca çayını içip müsade istedi, masanın altından kutuyu alıp çıktı Taş Kahve’den. Niyeti doğrudan evine gitmekti ama yüküne rağmen yolu biraz uzatıp dolaşmak istedi. Girdiği ara sokaktaki bakkaldan sigara alıp yoluna devam ederken ensesinde namussuz bir soğukluk hissetti.
*
Yakınlardan gelen silah sesini duyan Taş Kahve müdavimleri bir an donup birbirlerine baktı.
-Tillahi Keleş sesi bu.
-
Sefa Olmuş’un naaşını Bayburtlu Molla yıkadı.
***
Vefa Olmuş, bahçeden geçerken kömür tozuna bulanmış iş çizmelerini giyen beş yaşındaki oğlunu görünce durakladı. Yüzünde, babadan oğula geçen, denizle mücadele eden cevval insanların her an ciddileşmeye müsait hatları, ekmeğini yer altından çıkaran insanların kadirşinas yüz ifadeleriyle birleşiyordu. Bunu en çok da oğlunu omuzlarından tutup tatlı yüzünü seyrettiğinde görürdünüz.
-Lan kerata, ne istiyosun şu isli çizmelerden.
-Ben baba oldum artık. Yaa…
Oğlunu kollarından yakalayıp öptü, yanağını hafifçe ısırdı. İrkilen velet, çizmeyle babasının kasığına bir tekme savurdu. Vefa Olmuş, pantolonunu silkelerken içeri seslendi:
-Zehra! Oğlana bak.
Zehra ellerinde köpükle, telaş içinde kapıda belirdi.
-Çabuk çıkar o pis çizmeleri, şimdi gelirim oraya.
Vefa saatine bakıp çıktı bahçeden. On beş dakika önce burada sela okunduğuna göre, kardeşi cumadan çıkmak üzereydi. Mahalle camiinin karşısındaki kıraathanenin önünde bir müddet ayakta bekledi, kardeşi Sefa’yı aradı.
-Efendim abi.
-Cuman mübarek olsun aslanım, nasılsın?
-Senin de abi, sağ ol abi iyiyim, seni sormalı.
-Ben de iyiyim aslanım, cumaya çıktım, ezanı bekliyordum. Dedim bi arayayım sesini duyayım. E yok de mi bi yaramazlık?
-Yok yok abi, ne yaramazlığı, gayet iyiyim, bildiğin gibi değil.
-Aman aslanım iyi ol. Var mı bi ihtiyacın?
-Her şeyim abi, sağ ol.
-Tamam, tamam, hadi, bak bir şey lazımsa söyle.
-Olsa söylerim abi, sağ ol.
-Hadi o zaman, kendine dikkat et bak. Hadi, hadi görüşürüz.
-Sağ ol abi, yengeme, çocuklara selam söyle.
-Aleyküm selam, aleyküm selam. Hadi hoşça kal, dikkat et kendine.
-Tamam abi, ederim, sağ ol.
-Hadi oğlum hoşça kal.
Kırmızı yuvarlağa basarken, telefon görüşmeleri ne kadar garip diye içlendi. Aç adama tadım yaptırıp iştahını kışkırtmak gibi. Özlemi gidermiyor, daha da alevlendiriyor. Neyseki ara tatile çok bir zaman kalmamıştı.
İmam efendi, minberde sıla-ı rahim temalı kompozisyon metnini okurken de aklı hep kardeşi Sefa’daydı. İmam doğru söylüyordu. Bir kere de biz gidip görmeliydik, kaldığı yeri, yurdu bilmeliydik. Gerçi askerliğimi orada yaptım ben, bilmediğim yer değil ama… Ulan cuma izni için neredeyse greve gidecektik, ta oralara gidip gelecek kadar izin verirler mi hiç?
Namazdan sonra son cemaat yerinde koluna Zafer Amca girdi:
-Yeğenim, gel bir çay içelim. Seninle hayırlı bir mesele de konuşacağım.
Zafer Amcanın hanımı Refika Teyze, her hafta Sefa için hayırlı bir kısmet buluyor, Zafer Amca da cuma çıkışları Vefa Olmuş’un koluna girip müjdeyi ağabeyine tebliğ ediyordu.
-Başka zaman içsek Zafer Amca, daha hazırlanıp işe gideceğim. Geç kaldım zaten.
-Yahu gidersin işe, dur bi. Bir çay içelim beş dakika.
-Başka zaman inşallah. Kusura kalma.
-Hey gidi…
Pürtelaş terliklerini giyip çıktı camiden Vefa Olmuş. Lafta değil, gerçekten geç kalıyordu. Apar topar iş kıyafetlerini giyip koşar adım maden bölgesine gitti. Asansör hızla inerken, klostrofobik insanlara mahsus bir daralma hissetti. Aslında düpedüz göğsü sıkışıyordu. Zehra’yla yaramaz, evlerinde nişan hazırlığı yapan Hacer Annelere gittiklerinden, çıkarken görmemişti onları. Telefonunu çıkarıp “Hanımcığım”a tıkladı. Arama sonlandırıldı. Çekmediğini biliyordu zaten.
*
Bir çatırtı vardı ama kimse bu sesin kirişlerden geleceğine ihtimal vermiyordu. Tomrukların etrafından taşan ince toz bulutları etraflarını perdelediğinde ne olduğunu anlar gibi oldular. Loş kahverengi koridor bir anda gıpgri kesildi. Geçen ay, askerden döndüğü hafta işe alınan Davut, korkuyla olanlara anlam vermeye çalışırken hançeresinden kopan bir çığlık yarım kaldı:
-Vefa Ust…
***
-İnsanlar öldüğümüzü zannediyorlar abi.
-Keşke bilselerdi.