Taklacı

Hacer Noğman

İzlediğim bir filmde taklacı güvercinlere heves etmiştim. Hani şu güvercinleri konu edinen filmler moda olmuştu ya bir zamanlar, hah işte o zaman. Üç tane güvercinimiz vardı. Onlara kardeşimle beraber bakıyorduk. Bir tanesi epey yetenekli çıktı, uçmanın yanı sıra takla da atıyordu. Ama diğer ikisinde çıt yok. Öyle tembellerdi ki, bazen uçtuklarına şükrediyordum.

Taklacının adını Taklacı koyduk. Diğer ikisine ise Tembel ve Teneke. Uyumlu bir ikililer. Ama diğeri, ah o diğeri var ya, hani Taklacı dediğim. Sanırsın akrobasi yapıyor havada. Maşallah subhanallah. Nazar değmesin diye cuma günleri namazdan sonra gelip evden alırım, hemen aşağımızdaki Saruhan Türbesi'nde okurum onu. Allah’ım derim, bu Taklacı’yı nazarlardan koru. Bu türbenin sebebiyle nazarlardan koru onu. Amin. Türbeden çıkıp aşağıdaki Saruhan Parkı'nda iki üç takla attırırım ki millet taklacı güvercin görsün. Aman Allah’ım, nazar olmasın inşallah, amin. Arada Tembel’le Teneke’yi de götürürüm Taklacı’yla birlikte. Belki nazarları onlar çeker de Taklacı’ya bir şey olmaz diyerekten.

İkindi kızıllığı gökyüzünü doldururken, bahçedeyken, elimde Taklacı, bembeyaz tüylerini okşarken kardeşim Ali koşarak yanıma geldi. “Abi abi…” Nefes nefeseydi. “Ne bağırıyorsun, ne oldu?” Toparlanıp ayağa kalktım. Ali ellerini diz kapaklarına yerleştirmiş hızlı hızlı nefes alıyordu. Taklacı’yı yere bırakıp elimi Ali’nin omzuna yerleştirdim. “Ne oldu?” diye bağırdım bu kez. Dikeldi, “Güvercin, güvercin…” lafını tamamlayamadı. İstemsizce göz devirdim. “Güvercin arıyormuş bi adam… Taklacı…” Gözlerim irileşti. “Taklacı’yı satmam olum, bilmiyo musun?” Geri dönüp yere çömeldim. Taklacı’nın tüylerini okşamaya devam ettim. “Ama çok para verecekmiş abi. Verdiği parayla kaç tane Taklacı alırız haberin var mı? Belki Taklacı’yı bile alabiliriz.” Alabilir miyiz, der gibi bakıyordu. Bu çocuk hakikaten biraz noksandı. “Olum senin kafan çalışmıyor mu? Tek kuşun parasıyla hem Taklacı’yı hem de başka kuş nasıl alalım? Allah’ım sen bana sabır ver.” Evet, bu çocuğun tahtaları noksandı.

“Abi, adam siyah kanatlı taklacı güvercin arıyormuş.” Eee, der gibi baktım Ali’ye ama anlamamıştır bu şimdi. “Eee? Bak bakalım bizde var mı siyah güvercin.” Tembel’le Teneke’ye alıcı çıksa onları sepetlerim ama kim alır ki uçmaya erinen kuşları? Alan olursa üzerine para bile veririm, diye düşünüyordum bazen. Ama onlar Taklacı’nın nazar çekicileri. Sırf bu yüzden besliyorum, bakıyorum onlara.

“Abi, adam, siyah kanatlı beyaz taklacı güvercin arıyormuş. Bu türde kuş çok az varmış. Dolarla satın alcakmış.” Ali neden bu kadar diretiyordu anlamıyorum. Nerden bulacağız siyah kanatlı beyaz taklacı güvercini? Söylemesi bile uzun, bulmasını düşünemiyorum. “Eee?” Kulağıma eğiliyor. “Abi, senin kafanın bazen çalışmadığını düşünüyorum. Tam o sırada, benim gibi bir kardeşin olduğu için senin adına şükrediyorum.” Ondan biraz uzaklaşıp ensesine okkalı bir şamar geçiriyorum.

Öfleyip püflüyor. “Ne saçmalıyosun lan andaval!” Bu çocuğun dili çok uzadı. “Üf abi ya. Diyorum ki bizimkilerin kanatlarını boyayıp onları satalım adama. Ne dersin?” Gözlerim irileşiyor. “Taklacı’yı vermem ben.” “Alırız geri abi. Üç güvercinin kanatlarını da siyaha boyayalım. Adama, sana iki tane satıcaz diyelim. Takla attırmak isterse Taklacı’yı uçururuz. sonra Tembel’le Teneke’yi veririz, Taklacı bizde kalır. Nasıl fikir?” Şaşırdım. Bizimkinin aklı bu kadar ince çalışıyor muydu yahu? “Haram para yiycez yani?” Ali ensesini kaşımaya başladı. “Zaten beynamaz adamın teklifinden ne beklenir ki?” Hiddetlendi, “Abi ne alakası var bunun beynamazlıkla?” “Sus be, zevzek zevzek konuşma.”

Şeytan kurcalıyordu beni. Haram para tatlı gelir derler. Kim der bilmem, ben uydurmuş da olabilirim. Hem de dolar. Hmm. Tembel’le Teneke’yi bunca vakit sakladığım için bir karşılık gibi düşünebilirim bu parayı, aslında. Neden olmasın. Bunca vakit kim bakar ki iki miskin kuşa? Tabi ki benim gibi tahammüllü biri.

“Ne kadar teklif etti adam?” Ali’nin kaşları havalandı. Nerde üçkâğıtçılık, Ali orda. Adından da mı çekinmiyor, hayret ediyorum. “Tekine beş bin dolar sayarım demiş.” Gözlerimi belerttim. “ Beş bin mi? Vöehh be!” “Çok para di mi?” Ali, hinoğluhin, gözleri fıldır fıldır. Şeytan ensesine yuva yapmış, yaptıklarına şapka çıkarıyor.

Düşün olum düşün. Haram para bu. Bi hocaya mı sorsam? Ne diycek, tabi haram diycek. Ulan Ali, nerden duydun bu işi! Benim de aklımı karıştırdın!

Sabah ezanları. Güneş doğmaya yakın, Muradiye’nin avlusuna kuş göçleri iniyor. Çok durmadan aynı sürü havalanıyor. Gözlerime uyku tutmuyor. Düşün olum düşün. Haram para. Ama çok para. Bi kısmını hayrıma veririm. Ordan paçayı yırtarım belki. Yırtar mıyım paçayı?

Kahvaltıdan sonra kuşları alıp kaleye gittik. Manisa Kalesi'ne. Kimsecikler yok. Hava, bozmaya yüz tutmuş. Taklacı havada dans ediyor. Tembel’le Teneke uçmaya niyetlenir gibi oluyor fakat tık yok. Allah’ın miskinleri.

“Eee, napıcaz abi? Ona göre haber edicem adama.” Kaçıncı iç çekişim bilmiyorum. “Neyle boyıycaz ki kanatlarını?” Ali’nin gözleri parlıyor. Şeytan ensesinde. “Abi, araştırdım. Boya kullanırsak sıkıntı olur uçması. Hani taklasını görmek isterse diye Taklacı’yı da boyıycaz ya. Boya kullanmamız doğru değil bu yüzden. Düşündüm ki kömürle boyayalım. Kolay da çıkar hem lekesi. Ne dersin?” İç çekiş. “Taklacı’ya bi zarar gelirse sana ne yaparım biliyorsun di mi?” “Yok abi, bi şey olmıycak inşallah.” “İyi, madem adama haber et.”

Akşam. Bahçedeyim, güvercinlerin kümesini kontrol ediyorum. Taklacı’yı elime alıp okşuyorum. Öpüyorum. Onu sevdiğimi anlıyor, biliyorum. O da beni seviyor. Başını yatırıyor avcuma. Gözlerinden öpüyorum. “Abi, yarın üçte alacakmış adam. Kalede buluşalım dedim.” Taklacı’yı kümese koyup içeri giriyorum. Ardımda Ali. “Bi şey demedin abi.” Annem duyuyor Ali’yi. “Ali, ne diyecek abin?” “Yok bi şey anne.” Balkona geçiyorum. “Abi, vazgeçmedin di mi?” Bir şey demeye dilim varmıyor. Ne abarttın be olum. Alt tarafı Tembel’le Teneke’yi vereceksin. Taklacı sende kalacak. Az toparla kendini.

“Yok, vazgeçmedim. Kalede boyarız güvercinleri de. İkide çıkarız burdan.”

Sabah. Yağmur. Bahçede, kümesin yanındayım. Taklacı elimde. Diğerlerine üvey evlat muamelesi yaptığımı düşününce Taklacı’yı kenara koyup diğerlerini elime alıyorum. Onlara ‘diğerleri’ demek bile üzücüymüş. Özür dilerim sizden, Tembel ve Teneke.

İkiye çeyrek var. Yağmur dinmiş. “Kömürler poşette, eldivenler de hazır, çıkalım mı abi?” Taklacı’yı da koyup koliyi kapattım. “Aaa bak çizmeleri unutuyordum az kalsın.” Eve girip birkaç dakika sonra çıktı. Yağmurluğumun fermuarını kapattım. Yola çıktık.

Elimde koli, Ali’de kömür ve çizmeler. “Saruhan Türbesi'ne uğrayalım.” deyip türbenin yolunu tutuyorum. Ali ardımda, beni takip ediyor. Türbenin içine girmeden, dışarıda dua ediyorum. Allah’ım diyorum, sen doğru yoldan ayırma beni. Bunu derken Ali’ye dönüyorum, Allah’ım, sen doğru yoldan ayırma bizi. Taklacı’ya bi zarar gelmesin Allah’ım, inşallah amin.

Türbeden çıkıyoruz. 2202. Sokakta ilerleyip 1901. Sokağa giriyoruz. Biraz yürüdükten sonra karşımıza çıkan fidanlık’tan aşağı sapıyoruz. Ara sokaklardan iniyoruz. 2913. Sokaktan ilerleyip kaleye sapıyoruz. Hava serin, rüzgâr var.

Kaleye varıyoruz, harabe bir hâli var. Ali çizmeleri çıkarıyor, giyiyoruz. Boy boy otlar, yağmurdan çamurlaşmış toprak. “Abi adam yarım saate gelir, boyayalım şunları, hadi.” Güvercinleri koliden çıkarıyoruz. Taklacı hemen havalanıp taklalar atıyor. O sırada eldivenleri elimize geçirip Tembel’le Teneke’nin kanatlarını, kanat altlarını kömürle boyuyoruz. Kanatları kapkara.

Eldivenleri çıkardım. Ellerimi çırpıp eldivenden kalan pudraları düşürdüm. Kolideki yemden avcuma alıp Taklacı’nın elime gelmesini bekledim. Geldi, elime yerleşti.

Yemini bitirdikten sonra ben tuttum, Ali boyadı. Taklacı’nın kanatları kapkara oldu. Vücutlarının diğer kısımları kararmasın diye güvercinleri birbirinden uzağa koyduk. Taklacı uçar diye onu koliye yerleştirdik.

Eşyaları toparlayıp adamı beklemeye koyulduk. Ali, kale girişine gidip etrafı kolaçan etti. Adamın geldiğini görünce “Geliyor!” dedi. Tembel’i Taklacı’nın yanına, koliye doyduk. Teneke’yi kalenin bir köşesine bıraktık, uçmayacağından emindim.

“Oooo Ali efendi, merhaba!” Adam, Ali’yle el sıkışıyordu. Bakışları beni buldu, bana yanaştı. “Merhaba delikanlı!” dedi elini uzatırken. “Merhaba.” deyip sıktım elini. “Nerde kuşlar?” diye sordu. Bi hâl, hatır sorsaydı, bu ne böyle yangından mal kaçırır gibi. “Bu-burda.” diye kekeledim. Kolinin başında durdu, eline alacaktı ki engel oldum. “Aaaa, şey, taklacı güvercini görmek istemez misiniz? Muhteşem takla atıyor.” Adam pek memnun, kafasını olur der gibi sallıyor. “Tabi, tabi. Ne zamandır bu kuşlardan arıyordum. Ali’yi Allah çıkardı karşıma. Aslanım benim be!” Adam Ali’nin sırtını sıvazlarken Taklacı’yı alıp havaya kaldırdım. Havada dans ediyordu. Adam mest olmuş, Taklacı’yı izliyordu. “Muazzam, muazzam!” diyordu adam. “Şu kanatlara bak! Bembeyaz vücutta simsiyah kanatlar, bu mucize değil de ne!” Ali de her şeyden bihaber gibi Taklacı’yı izliyordu. Dürttüm onu. Ne var, der gibi başını salladı.

“Tekine kaç sayıyorsunuz beyefendi?” dedim. Adam göğe çevirdiği bakışını bana indirdi. “Tekine beş bin” “Altı bin.” diye araya girdi Ali. Devam etti: “Bir değil, iki tane vereceğiz. Beş bin az. Baksana şuna, rüzgârla dans ediyor basbayağı.” Adam tekrar Taklacı’ya baktı. Ali, ensesinde şeytanla bana bakıyordu. “Peki madem.” dedi adam. Koliden yem alıp Taklacı’nın avcuma gelmesini bekledim. “Ben kuşları koliye koyayım, siz para işini halledin.” derken Ali’ye baktım. İnşallah beni anlamıştır diye düşünürken adamın koluna girip kalenin girişine yürüdüler. Aferin lan Ali, dedim içimden.

Taklacı’yı ne yapacaktım? Bunu hiç düşünmemiştik. Ah aptal kafam! Düşün, düşün… Evet, çizmeye koyayım onu. Taklacı’yı koliye yerleştirip çizmelerimi çıkardım. Ayakkabılarımı giyip Taklacı’yı çizmeye koydum. Koşup Teneke’yi Tembel’in yanına koydum. Kolinin kapaklarını kapattım. Ali, adamı oyalıyordu. Çizmeleri, kömürleri ve eldivenleri alelacele çantaya koydum. Adamla Ali işi halletmiş gibi görünüyordu. Bana yaklaştılar. “Pazarlık tamam mı?” dedim, yüzüme sahte bir gülümseme yerleştirirken. “Tamamdır abi, iyi bir pazarlık oldu.” Telaşımı kontrol etmeye çalışıyordum. “Ali, sen koliyi tut, misafirimize bırakma. Ben de şu çantayı alayım. Gidelim mi, ne dersiniz?”

Kaleden çıktık. Koliyi adama verip Ulu Cami’de ayrıldık. “Abi, Taklacı’yı ne yaptın?” Adımlarım hayli hızlıydı. “Çizmeye koydum. İnşallah bir şey olmaz. Olum hadi benim aklıma gelmedi, seninde mi aklına gelmedi? Bu güvercinleri vericez, Taklacı’yı nereye koyucaz diye.” “Ne biliyim abi, hiç aklıma gelmedi cidden.” “Acele edelim, hayvancağıza bir şey olmasın.”

Kendimizi bahçeye zor attık. Çantadakileri hızlı hızlı çıkardım. Kömürler çantaya dağılmıştı. Çizmeleri çıkardım, elimi Taklacı’nın olduğu çizmenin içine götürdüm. Taklacı’yı yavaşça çıkardım. Çizmeden kömür parçaları çıkıyordu. Taklacı’nın her yeri kömürle boyanmıştı. Hareket etmiyordu. Başı avcuma düştü, gözleri kapalı. Ali’ye baktım. Yutkundum. Okşadım Taklacı’yı. Kımıldamıyordu. “Abi…”

Özür dilerim Taklacı.

Hacer Noğman

-Öykü, Manisa’da geçmektedir.

➤Haftanın kelimeleri: çizme, kanat, kömür. Ek zorluk: Hiç gitmediğimiz bir mekanda geçecek öykü.