-Şu karşıki dağda kar var duman yok
Kar var duman yok
Benim sevdiceğimde din var iman yok
-Usta, bu kadar kuş kanadını ne yapacaksın?
-Zamanı gelince öğrenirsin evlat.
Amaaan. Vardım baktım nazlı yarim evde yok
Ver benim sazım efendim ben gider oldum.
Maran Usta tiz ve titrek sesiyle her zamanki türküsünü söyleyerek baharat torbalarının arasından geçip girişteki iskemleye oturdu. Yunus da hemen yanındaki iskemleye çöktü.
- Usta bu aktar işinde para yok artık. Gel şu dükkanı toparlayalım, düzenleyelim, değiştirelim dönüştürelim. Bir kafe açalım misal, bak nasıl kazanıyoruz.
-Ben gidince dükkan senin evlat, istediğini yap.
-Öyle deme Usta. Allah uzun ömür versin.
-Ömrün uzun olması eziyetmiş evlat. Hem ölünce demedim gidince dedim.
-Nereye gidecen usta bu yaştan sonra? Kimin kimsen de yok.
-Süremedim lavantayı konsola koydum
Ver benim sazım efendim ben gider oldum
Süremedim lavantayı konsola koydum…
Maran Usta’nın yine lafı değiştirdiğini fark eden Yunus “Usta cumaya az kaldı. Abdestini al da gidelim,” dedi. Maran Usta yavaşça kalkıp lavaboya yöneldi. Yunus, ustasının arkasından bakarken yine, neden yıllardır kimsenin yanında çizmelerini çıkarmadığını, ayaklarında bir hastalık olup olmadığını düşündü. Yürümesi de bir tuhaftı zaten. Hep ayaklarını yerden kaldırmaya erinir gibi sürüyerek yürürdü. Onun bu mistik eylemlerine hiçbir zaman bir anlam veremiyordu. Dağlardan kuş kanatları toplayıp binlerce kanadı dükkanda biriktirmesi, yıllardır aynı çizmeleri giymesi, cami haricinde hiçbir yerde çıkarmaması, ayaklarını kimseye göstermemesi… Hepsi çok garip hareketlerdi. Böyle aklı başında, hikmet sahibi bir insana göre basit takıntılardı. Haa bir de asla balık yemez ve yedirmezdi. “Zamanı gelince öğrenirim” diye düşündü -ustası hep böyle derdi-. Her ne kadar garipliklerine alışamasa da ustasını sever, muhabbetine doyamaz, sorduğu sorulara kısa cevaplar alsa da her cevabında bir hikmet olduğunu düşünürdü.
Yunus, babasını çocuk yaşta, annesini genç yaşta kaybetmiş hem öksüz hem yetim bir gençti. Okul çağına geldiğinde annesi, “Okutacak gücüm yok,” diyerek Maran Usta’nın yanına vermişti. Yunus, o günden itibaren Maran Usta’yı baba bilmiş, annesini de kaybedince onunla birlikte yaşamaya başlamıştı.
Maran Usta, Yunus çocukken de yaşlıydı, şimdi de. Üstelik kendi yaşını bilmezdi. Aslında onun hakkında kimse bir şey bilmezdi. Kime sorsan, bildi bileli Maran Usta’nın bu aktar dükkanında baharat ve çeşitli bitkiler satan yalnız bir ihtiyar olduğunu söylerdi. Ne eşi, ne çoluk çocuğu ne de bir akrabası vardı.
Maran Usta abdestini alıp gelince yola koyuldular. Habibi Neccar Camii’ne doğru giderlerken Yunus, ustasından her cuma dinlediği Habibi Neccar hikâyesini anlatmasını istedi. Maran Usta hikâye anlatmayı severdi. Yeter ki kendisiyle ilgili soru sorulmasın, her hikâyeyi seve seve, ballandıra ballandıra, gözüyle görmüş gibi anlatırdı. Yunus da hiç sıkılmadan dinlerdi, ezberlediği hikayeleri.
Cuma namazından sonra her cuma yaptıkları gibi türbeleri ziyaret ettiler. Sırasıyla önce Yunus (Pavlos) ve Yahya (Barnabas)’nın türbesine sonra Habibi Neccar’ın türbesine girip birer fatiha okudular. Daha sonra Maran Usta “Sen git ben sonra geleceğim,” dedi. Yunus yine anlam veremedi. Her zaman birlikte gidip dönerlerdi, niye şimdi gelmiyordu ki? Her neyse alışıktı zaten Usta’ya anlam verememeye.
Yunus, türbeden çıkınca dükkana gitmek istemedi. Uzun Çarşı’ya doğru yürüdü. Bir kebap salonunun önüne gelince canı yılan balığı dolması çekti. Annesi ne de güzel yapardı. O öldükten sonra hiç yiyememişti. Çünkü ustası sevmezdi. Yunus hızlıca karar verdi. Nefsine “Dur!” demeyecek, girip yılan balığı dolması yiyecekti. Garsonun uzattığı menüyü almadan “Yılan balığı dolması istiyorum,” dedi. Kendini ustasına ihanet etmiş gibi hissetse de bu duyguyu çok saçma buldu ve gelen dolmayı büyük bir iştahla yedi.
Yemekten sonra şişkinliğini geçirmek için eski Antakya Evleri’ne kadar yürüdü. Bu evler Yunus’u hep duygulandırırdı. Kim bilir kimler yaşamıştı? Kimler gelip geçmişti? Her gelen gidiyordu dünyadan. Gidilecek yere neden gelinirdi? Gitmemenin bir yolu yok muydu? Yok muydu bir yolu sonsuza kadar yaşamanın? En azından dünyanın sonu gelene kadar yaşamanın bir yolu yok muydu? Yunus, bunları düşünürken bir yandan da ustasının yegâne türküsünü mırıldanıyordu. Süremedim lavantayı konsola koydum, Ver benim sazım efendim ben gider oldum. Kim bilir belki bu türküyü yazan delikanlı veya türküyü yazdığı hristiyan kız bu evlerden birinde yaşamıştı. Maran Usta türküyü yazan genci tanıdığını söylemişti. “Ona sorayım, belki o bilir,” diye düşündü.
Kendini hâlâ çok şişkin hissediyordu. Uzun zamandır bu kadar çok yememişti. Yürümesini hızlandırdı. Hızını alamayıp Habibi Neccar Dağı’na kadar yürüdü. Yürüdü yürümesine ama dönmeye mecali kalmamıştı. Bir ağacın altına oturdu. O sırada elinde asa olan garip kıyafetli, aksakallı bir ihtiyarın kendisine yaklaşmakta olduğunu gördü. Derinden bir düş kırıklığı yaşamak istemediği için gelen ihtiyarın Hızır olma ihtimali düşüncesini kafasından silip attı. Hem Maran Ustası varken Hızır gerekmezdi Yunus’a. İhtiyar selam verip yanına oturdu. Uzun süre hiç konuşmadılar. Akşam oluyordu ve Yunus’un hâlâ yürümeye mecali olmasa da artık dönmesi gerekiyordu.
-Ben gideyim. Hayırlı akşamlar amca.
-Gideceğin yere neden geldin? Madem geldin neden gidiyorsun?
-Güzellikler ekmek için geldik. Geldiğimiz yerden gitmezsek ektiklerimizi biçip, biçtiklerimizin lezzetine vasıl olamayız.
Yunus, kendisinden beklemediği bir cevap vermenin şaşkınlığıyla yürümeye başladı. Sanki dilinden değil yüreğinden dökülmüştü bu cevap. Sessiz ve kelimesiz konuşmuştu sanki. Üstelik daha birkaç saat önce düşündüğü, kendi yüreğindeki sorulara cevap vermişti. Yaşadığı olayın verdiği sarhoşlukla nasıl yürüdüğünü, ne ara dükkâna geldiğini anlamadı.
-Usta! Akşam oldu kapatmıyor muyuz dükkânı? Acıkmışsındır sen. Gidelim de sıcak bir çorba yapayım sana.
-Gel evlat, buraya gel.
Yunus, baharat torbalarının arkasına geçince gözlerine inanamadı. Maran Usta yıllardır biriktirdiği kuş kanatlarını birleştirerek kocaman bir çift kanat elde etmişti.
-Sana anlatacaklarım var evlat, bu anlatacaklarımı yıllardır neden sakladığımı sorma. Zamanı gelince öğrenirsin demiştim, zamanı geldi.
Yunus, meraklı ve telaşlı gözlerle ustasına bakıyordu. Ustasının iyice yaşlandığını ve akıl sağlığının bozulmaya başladığını düşünüp korktu.
-Öncelikle şunu asla unutma ve hayat düsturu edin; sana verilen hayatla ve hayatta sana verilenlerle yetinmeyi bil. Hiçbir zaman daha fazlasını isteme.
Maran Usta önce çizmelerini sonra da çoraplarını çıkardı. Yunus, ustanın ayaklarını görünce midesi bir tuhaf oldu, başı döndü, olduğu yere çöktü. Çünkü ayakları ayak değil kuyruk gibiydi, bir yılan kuyruğu ya da bir yılan balığı kuyruğu gibiydi. Şimdi anladı ustasının neden ayaklarını sürüyerek yürüdüğünü. Bu ayaklarla adım atmak mümkün değildi.
-Evlat ben asırlar önce Asi Nehri’nde yaşayan bir yılan balığıydım. Öyle bakma, bunamadım. Evet, doğru duydun bir yılan balığıydım. Biz, Asi Nehri’nde yaşar, Sargossa Denizi’nde ölürüz. Ben de artık yaşlanmıştım ve Sargossa Denizi’ne doğru bir daha hiç dönmemek üzere yola çıkmıştım. Neden öldüğümüzü, öleceksek neden doğduğumuzu düşünürek yüzüyordum. Yüzerken bir sandalda Lokman Hekim’i gördüm. Yanında bir adam vardı. Adam, Lokman Hekim’e nereye gittiğini sordu. Lokman, ölümsüzlük iksirini hazırlamak için gerekli olan bir bitkiyi aradığını söyleyince adam, kıyıda bir bitkiyi işaret ederek “Ben biliyorum o bitkiyi, işte orada,” dedi. Lokman Hekim, adama neden hemen inandı bilmiyorum ama sandalı o yöne doğru sürmeye başladı. O sırada adam elindeki asayı nehirde bir ileri bir geri sürünce büyük bir dalga çıktı ve Lokman Hekim’in sandalı ters döndü. Lokman Hekim boğulup öldü, adam yok oldu. O adamın Azrail olduğunu ve ölümsüzlük iksirini yapmadan Lokman Hekim’in canını almaya geldiğini anladım.
Sonra ölümsüzlük bitkisinin olduğu yere yüzdüm. Sıçrayıp ottan bir parça kopardım ve yedim. Yer yemez ihtiyar bir insana dönüştüm. İhtiyar bir insana dönüştüm çünkü ihtiyar bir balıktım. Eğer gençken yeseydim genç bir delikanlı olabilirdim. İnsana dönüştüğümde üstümde kıyafetler, ayaklarımda da bu çizmeler vardı. Çizmelerimi çıkardığımda ayaklarımın insan ayağına dönüşemediğini gördüm. Neden böyle olmuştu bilmiyorum. Belki nehirden çıkmakta acele etmiştim, belki bitkiden yeteri kadar yememiştim, bilmiyorum. Başımdan geçenleri kimseye anlatamazdım. Anlatsam da kimse inanmazdı zaten. Çizmeleri hiç değiştirmedim, hiç de eskimediler. Yıkayıp paklayıp hep bunları giydim. Sanki çizmeleri değiştirsem ya da ayaklarımı birisi görse bütün büyü bozulacak gibi hissettim. İşte bu yüzden yıllarca ayaklarımı bu çizmelerin içinde sakladım. Velhasıl-ı kelam ölümsüz olmuştum. Artık sonsuza kadar dünyada kalacaktım. Mutluydum. Kıyıya çıktım. Üstümdekiler kuruyana kadar bekledim.
Üstüm başım kuruduktan sonra yürüyüp şehre geldim. Tabii, şehir böyle değildi o zamanlar. Böyle dükkânlar, böyle binalar yoktu. Bu dükkânın olduğu yer o zamanlar boş bir araziydi. Burada değişik bitkiler toplayan yalnız bir ihtiyara rastladım. Beni Tanrı misafiri olarak ağırladı. Hiçbir zaman beni sorgulamadı. Gidecek yerim olmadığını anlayınca bana aktarlığı öğretti. Yıllarca birlikte çalıştık. O öldü, ben devam ettim. Yıllar geçti, asırlar geçti, şehir değişti, dünya değişti, insanlar değişti, hatta balıklar bile değişti. Her şey değişti. Yaşamaktan yoruldum. Zamana ayak uydurmaya çalışmaktan yoruldum. Ölmek istedim. Ne yaparsam yapayım ölemedim. Yine bir gün kendimi öldürmek için, elime bir urgan alıp Habibi Neccar Dağı’na gittim. Kendimi bir ağaca astım ama nefesim kesilmedi. Ölemedim. O sırada ak sakallı bir ihtiyar geldi. Hızır’mış. Arada gelirmiş buralara. Bilirsin, hani zamanında Musa’yla da geçmişler ya buralardan, Saman Dağı’ndan. Bana dedi ki “Ölemezsin. Ölümsüzlüğü marifet sandın. Şimdi de yaşamaktan yoruldun ama artık ölemezsin. Ancak gidebilirsin. Bu diyardan gitmek istiyorsan kuş kanatları topla. Kendini uçuracak kadar kanat biriktirince uçup terkedebilirsin dünyayı,”
İşte evlat, artık kanatlar tamam. Uçup gidebileceğim bu dünyadan. Artık huzura erebileceğim. Artık dinlenebileceğim. Seni sevdim. Beni unutma. Ben seni unutmam. Bu çizmeler sana hatıram olsun. Ver benim sazım efendim ben gider oldum.
Maran Usta sözlerini bitirdiğinde gün doğmaya başlamıştı. Yunus’un yardımıyla kanatları da alıp Habibi Neccar Dağı’na tırmandılar. Yine Yunus’un yardımıyla kanatlarını taktı. O sırada Yunus’un akşam üzeri karşılaştığı ihtiyar çıkageldi. Maran Usta’nın kanatlarını okşadı. Omuzlarından tutup gözlerine bakarak “Şimdi ölümsüzler diyarına gidebilirsin,” dedi. Maran Usta Yunus’a bakıp “Haydi evlat. Uğurlar ola,” dedi. Hüzünlü bir vedanın ardından uçmaya başladı. Asırlardır yaşayan koca bir kuş gibi uçtu. Uçtu ve gitti.
Yunus, gözden kaybolana kadar baktı ustasının arkasından. Demek öyle, demek yetinmeyi bilmezsen hiçbir zaman tam olamazsın. Ne tam bir insan, ne tam bir balık ne de tam bir kuş. Sonsuza kadar yaşayacağım derken, ölememekten ölürsün sonsuza kadar. Ne demişti Maran Usta “Sana verilen hayatla ve hayatta sana verilenlerle yetinmeyi bil. Hiçbir zaman daha fazlasını isteme.”
Not: Hikâyemiz Hatay ilimizde geçti. Geçti derken yani hikâyecikten geçti:)
Emine Ecran Çeliksu