Ervah Takımı

Emine Ecran Şenel

Yaptıklarımdan pişmandım. Pişmandım tüm günahlarımdan. Günahlarımdan kurtulamıyordum. Kurtulamıyordum girdiğim bataklıktan. Bataklıktan kurtulmam için tek şart olmaktı. Olmaktı, olgunlaşmak, pişmek, yanmaktı. Yanmaktı ya, yandım işte, pişmedim ama. Ama güzel yandım. Yandım, söndüm, yandım, söndüm. Söndüm ve gördüm; yanmadan pişmek, pişerek olmak gerekti. Gerekti ya, gerekenler için ne yapmak gerekti, bilmiyordum. Bilmiyordum kurtuluş nerede? Nerede beni pişirecek ateş? Ateş bendim. Bendim bütün kötülükler. Kötülükler denince aklınıza gelebilecek her şey.

Her şey anneme ve bana bir lokma sevgi, beş kuruş para vermeyen ama dayaktan nasibimizi de eksik etmeyen babamın cebinden çaldığım parayla başladı. Başladı ilk pişmanlığım içimde. İçimde başlayan pişmanlık yüzünden harcayamadım çaldığım parayı. Parayı bahçeye gömdüm. Gömdüm çünkü tekrar babamın cebine koyarken yakalanmaktan korktum. Korktum her şeyden, herkesten korktum. Korktum her gece gölgelerini odama salıp bana “Hırsız! Hırsız!” diyen ağaçlardan, yaptığım hırsızlıktan haberi varmış gibi yan yan bakan insanlardan korktum…

Korktum, korktukça kendimi güçsüz hissetmemek için besledim içimdeki kötülükleri. Kötülükleri hayatınızdan silemiyorsanız, kötü olmanız şarttır. Şarttır sanırdım. Sanırdım ki kötü olmazsan kötülükler seni ezer sonra da gömer.

Gömer beni diye gömdüm babamdan çaldığım parayı, bakkaldan çaldığım çikolataları, arkadaşımdan çaldığım kalemleri ve öldürdüğüm babamı. Babamı gömdüm parasını gömdüğüm bahçeye. Bahçeye annemle birlikte gömdük babamı. Babamı kendi ellerimle öldürdüm, annemi ve beni öldüresiye dövdüğü bir akşam. Akşam aldım bıçağı elime, babamın karnına sapladım. Sapladım, çıkardım, sapladım çıkardım, tam dokuz kere sapladım çıkardım ve öldürdüm babamı. Babamı bir akşam öldürdüm ve her akşam ağaçlar gölgelerini odama salıp “Katil! Katil!” dediler. Dediler, dediler, dediler ve katil oldum. Oldum ve artık hiçbir şeyden ve hiçbir kimseden korkmaz oldum. Oldum işte, sonunda bir şey oldum.

Oldum sandım, olmak bu değilmiş meğer. Meğer Ervah Takımı’nı bulmam gerekmiş olmak için, yanmadan pişmek için, Ervah Takımını bulmak. Bulmak değil, Ervah Takımı tarafından bulunmak. Bulunmak, buluşmak, kavuşmak, vurulmak. Vurulmak, Ervah Takımı’nın beyaz kavuklu, beyaz kaftanlı, beyaz sakallı üyelerinin tokatlarıyla. Tokatlarıyla gözümdeki perdelerin açılması gerekmiş meğer.

Meğer babamdan sonra arkadaşım Rıza’yı da öldürüp gömmeseymişim sonra kendimi gömmek isteyecek kadar pişman olup girdiğim camide bağıra bağıra ağlarken, kendimi Ervah Takımı’nın dergâhında bulmasaymışım olamayacakmışım. Olamayacakmışım, olgunlaşamayacak, pişemeyecekmişim. Pişemeyecekmişim, yanacakmışım sonsuza kadar, bulmasaymışım kendimi dergâhta. Dergâhta Ervah Takımı beni bulmasalarmış. Bulmasalarmış ve tokatlarını ağzıma, gözüme, nefsime, yüreğime nakşetmeselermiş. Nakşetmeselermiş yüreğime tokatlarını kötülüklerim gömecekmiş beni cehenneme. Cehenneme gidecekmişim pişmanlıklar içinde yanarak. Yanarak pişmanlıklarımı da yaktıktan sonra baştan aşağı kötülük olup cehennemlikler takımına üye olacakmışım. Olacakmışım değil, oldum aslında. Aslında cehennemlik oldum da sonradan kurtuldum. Ervah Takımı’nın tokatlarıyla Yaradan’ın rahmetine güvenerek kurtuldum. Kurtuldum rahmetine gark olup sığınarak mağfiretine.

Mağfiretine sığınmadan önceydi Rıza’yı öldürdüğüm akşam. Akşam içmek için buluştuk Rıza’yla. Karşılıklı yudumlarken rakıyı, bana babamı sordu. Sordu “Nerelerde?” diye sordu. Sordu “Görünmüyor uzun zamandır,” dedi. Dedi ya, ben bir şey demedim. Demedim, öldürdüm diyemedim. Diyemedim çünkü Rıza’ya güvenmezdim. Güvenmezdim Rıza’ya da Ali’ye de İsmail’e de berbere de manava da bakkala da güvenmezdim. Güvenmezdim, güvenilmezdim. Güvenilmezdim ama yine de Rıza benimle içmeye gelirdi.

Gelirdi her zaman. Her zaman gelirdi o akşam da gelmişti. Gelmişti gelmesine, içmiştik içmesine, o soruyu sormasaydı iyiydi. İyiydi, bana babamı sorunca, ben boş ver deyince “Yoksa onu öldürdün mü?” demeseydi. Demeseydi Rıza, öldürmezdim onu. Onu öldürmezdim ve gömmezdim bahçeye. Bahçeye gömdükten sonra Rıza’yı, yine pişmanlık sardı tüm bedenimi. Bedenimi saran pişmanlık yaktı ruhumu. Ruhumu yanarken görünce, bedenimi gömmek istedim. İstedim çaldığım paraları, çikolataları, kalemleri, öldürdüğüm babamı ve Rıza’yı gömmek isteyip gömdüğüm gibi kendimi de bahçeye gömmek istedim. İstedim ama gömemedim.

Gömemedim, yanan ruhumun ateşiyle koşmaya başladım. Başladım ağlamaya, bağırmaya, yanmaya. Yanmaya başladığımda bir caminin kapısındaydım. Kapısındaydım Padişah-ı Zülcelal’in. Zülcelal olan Padişahın huzurunda devam ettim ağlamaya, bağırmaya, yanmaya. Yanmaya devam ederken beyaz kavuklu, beyaz kaftanlı, beyaz sakallı bir adamın ağzıma vurduğu tokatıyla sustum. Sustum ve durdum. Durdum ve baktım. Baktım bana tokat atan adamın yüzüne. Yüzüne bakınca “Pişmeden yanmak olmaz, Ervah Takımı’nın dergâhına geldiysen, Padişah-ı Zülcelal’in kapısına yüz sürdüysen pişmeyi bileceksin,” dedi. Dedi ve geri çekildi. Etrafımda halka olmuş beyaz kavuklu, beyaz kaftanlı, beyaz sakallı adamların arasına girdi.

Girdi adamların arasına sonra o adamlardan bir başkası geldi. Geldi ve “Ya Hak, Estağfirullah,” diyerek yüzümün sağ tarafına bir tokat attı. Attı ve yüzüme bakıp tekrar “Ya Hak, Estağfirullah,” diye bağırarak tokat attı yüzüme. Yüzüme inen tokatlar yüzümü acıtmıyordu ama içimde acıyan bir yer vardı. Vardı ama acıyan neydi bilmiyordum. Bilmiyordum ne yapmam gerektiğini, söylesin diye adamın yüzüne bakınca adam yine “Ya Hak, Estağfirullah,” diyerek yokat attı. Attı ve “Sen de söyle,” der gibi baktı yüzüme. Yüzüme öyle bakınca “Ya Hak, Estağfirullah,” dedim. Dedim ve içimdeki acı geçti. Geçti ama boşuna af istiyordum, biliyordum ki affolunacak bir adam değildim ben.

Ben böyle düşünürken yeni bir beyaz sarıklı, beyaz kaftanlı, beyaz sakallı geldi. Geldi ve yüzümün sol tarafına şiddetli bir tokat indirdi. İndirdi tokatı sonra “Padişah-ı Zülcelal’in kapısında güvensizlik densizliktir, Allah'a güven. Güven Merhamet-i Rahman’a, mağfiret-i Gaffar'a güven,” diye gürledi. Gürledi ve gözüme üç kere vurdu şiddetli yumruğunu. Yumruğunu her vurduğunda “Allah’a güven. Merhamet-i Rahman’a, mağfiret-i Gaffar'a güven,” dedi. Dedi ve onun her yumruğuyla ruhumun yangını söndü.

Yangını söndü ruhumun ve güven duygusunun sekîneti indi yüreğime. Yüreğime sekînet inince “Estağfirullah el azim, (Azim olan Allah’tan bağışlanmamı istiyorum) Hasbiyallahü lailahe illahü aleyhi tevekkeltü ve hüve rabbül arşil azim (Bana Allah yeter. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Ben ancak O'na güvendim. O, yüce Arş'ın sahibidir.)” diye bağırdım. Bağırdım ya, bunları nereden öğrendiğimi bilmiyordum. Bilmiyordum ama anlıyordum. Anlıyordum bilmek ve anlamanın aynı şey olmadığını anlıyordum. Anlıyordum anlamanın kalp ile olduğunu ve bu sözleri Ervah Takımı’nın tokatlarıyla öğrendiğimi, affolunduğumu, içimdeki ve cehennemdeki ateşimin söndüğünü, piştiğimi, olduğumu, olgunlaştığımı anlıyordum. Anlıyordum kurtulduğumu beni karanlıklara boğan yaptıklarımdan.

Yaptıklarımdan pişmandım. Pişmandım tüm günahlarımdan. Günahlarımdan kurtulamıyordum. Kurtulamıyordum girdiğim bataklıktan. Bataklıktan kurtulmam için tek şart olmaktı. Olmaktı, olgunlaşmak, pişmek, yanmaktı. Yanmaktı ya, yandım işte, pişmedim ama. Ama güzel yandım. Yandım, söndüm, yandım, söndüm. Söndüm ve gördüm; yanmadan pişmek, pişerek olmak gerekti. Gerekti ya, gerekenler için ne yapmam gerekti bilemezdim Ervah Takımı’nın tokatlarıyla bulmasaydım Mevla’mı. Mevla’mı bulmasaydım kurtulamazdım kötülük tohumlarını toprağa gömerek büyüten, beni ateşlere salan, ruhumu yakan günahlarımdan.