Zayi

Hacer Noğman

Esemes olarak gelen adresi kopyalayıp haritalara yapıştırdım. Yürüme yedi dakikaymış. Takımları alıp yola koyuldum. Ne pense ne de matkap. Ne vida ne de yıldız-düz tornavida. Dahasını sayarım da, sayacağım şeylerin hiçbiri takım çantamda yok. Takımlarım dediğim şeyler duygulardır. Ben ise bir duygu tamircisiyim. Evet, bildiğiniz duygular. Kalmış altı dakika. Takımlarım duygulardan ibaret. Size çok saçma gelecektir. Duygularınızı kim tamir ediyor sanıyorsunuz? Belki de gerçekten saçmadır.

Adrese ulaştım. Müstakil, büyükçe bir ev. Denize nazır. Kapıdan girerken hoşbeşler eşliğinde, salona alıyor beni evin sahibi hanımefendi. Ben oturunca çıkıyor salondan. Denizin dalga sesleri geliyor. Açık pencereden içeri doluyor denizden gelen rüzgâr. Geliş sebebim olan çocuğu bekliyorum. Beklerken pencereyi kapatıyorum. Hava soğuk, deniz pek koyu. Çocuk salona giriyor. Yanında annesi. Hoş geldin beş gittinlerin tekrarı esnasında çocuğu gözetliyorum. Vakur hâli yaşına göre görmezden gelinmeyecek derecede. Çocuğun annesi evladını övmekten geri durmuyor. Evladını iki kez övüyorsa ebeveyn olarak eşi ve kendisini de bir kez övüyor. Birkaç dakika böyle sürdü. Kadın, dediklerine kulak asmadığımı düşünmesin diye başımı onaylar gibi sallıyorum. Konuşmaya devam ediyor. Takım çantamda bir kıpırtı oluştuğunu fark ediyorum. Kadın konuşuyor, kıpırtı artıyor. İçimde bu kıpırtıya dair bir yeşerme baş gösteriyor. Kibrin yeşermesi. Kadın konuşuyor. Yeşeriyor duygu.

Nihayet susuyor kadın ve evladının omzuna yerleştiriyor elini. “Oğlum, sevdin mi misafirimizi?” diye soruyor. Çocuk, bu soruyu gereksiz bulmuş olacak ki gözlerini devirip bana bakıyor. Ufak, yalancı bir tebessüm fırlatıyorum çocuğa; onu aşıp duvara çarpıyor. Çocuk evet der gibi başını sallıyor. İçimde başka bir duygu yeşermeye yüz tutuyor. Hayır diyor gözleri. Hanımefendi elini yerleştirdiği omzu sıvarken “Avucunda ne olduğunu söyleyecek misin misafirimize?” diye soruyor. Çocuğun kaşları milimetrik derecede çatılıyor. Elinde bir duygu saklıyordu. Kokusu tanıdık geliyordu. Öylesine sıkı bir yumruk yapmıştı ki elini, kolundaki damarlar ben buradayım der gibi hâl almışlardı.

Bu tür olaylarla çok sık karşılaşırdım. Çocuklar nazenin yapıda olduklarından sürekli duygu saklarlardı. Bunu ebeveynleri fark ederdi. Problemi kendileri çözemediklerinde beni ararlardı. Takımımdaki güçlü duygularla değiştirirdim çocukların bu duygularını. Fakat büyüklerde işler böyle yürümüyordu. Yaşları büyük olanlara duygu değişimi yerine, ellerindeki duyguları kuvvetlendirebilecek işlemler yapıyordum. Bu işlem kişiden kişiye değişiyordu elbette. Kimine tek satır yeterken o duygunun tamiri için, kimine sayfalar yetmiyordu. Yetmediğini anladığım noktada o duyguyu köreltiyordum. Kadınlarda sık karşılaştığım bir problemdi bu. Erkekler bu noktada daha dirençliydi. Direnç kelimesinin yerini kimi zaman ‘umursamaz’ kelimesi de alıyordu. Böyle olduğu vakit ‘umarsız’ kelimesi de baş gösteriyordu kadınlar cenahında. İşte böyle zamanlarda şunu rahatlıkla söyleyebiliyordum: Bir taraf umursamaz olduğu için diğer taraf umarsız hâle geliyordu. Genel tablo bu şekildeydi.

Çocuğa dönüyorum, adını soruyorum, Bilal diyor. Bilal diyorum, bana bir bardak su getirir misin? Kalkıyor yerinden. Oturduğu minder eski haline dönmek üzere yükselirken salondan çıkıyor Bilal. Annesine çeviriyorum bakışlarımı. “Aranız nasıl Bilal’le? Annesi ve babası olarak?” diyorum. Kaşlarını kaldırıyor, birkaç salise yerde geziniyor bakışları ve bana çeviriyor tekrar. İyi demekle yetiniyor. Yetinmeyi tercih ediyor. Dahasını söylemek istemiyor. Tekrar soruyorum. Bu kez yalnızca iyi demiyor. Ne kastediyorsunuz da diyor. Bilal içeri giriyor. Telaşlanıyor hanımefendi. Sol eliyle uzatıyor suyu Bilal. Bir yudum alıp elimde tutuyorum. Bilal yerine oturuyor. Anlamsız bir sessizlik doluşuyor etrafımıza. Hanımefendiyi buradan göndermek niyetiyle Bilal’e “Bu çantada neler var biliyor musun?” diye soruyorum. Bilal, ne var der gibi başını sallıyor. “Takımlarımda senin işine yarayacak birkaç parça var.” diyorum bu kez. Kadın, cingöz, bana bakıyor. Bilal’in kaşları az da olsa kalkıyor. Bu belirti, kıvılcımı ateşe dönüştürebilecek bir umut veriyor bana ve “Annesi, bizi Bilal’le yalnız bırakabilir misiniz?” diye soruyorum. Bir anaokulu öğretmeni edasıyla. Belki çocuk doktoru. Belki çocuk psikiyatrisi. Bu yapmacık tavrı hanımefendiye nakşettiğime inandığım an içimde zafer çığlıkları atılmaya başlanmıştı bile. Hanımefendi asabi bakışlarını da yanına alıp çıkıyor salondan.

“Ne var o çantada?” diye soruyor Bilal. Konuşmayı başlatan taraf oluşu mutlu ediyor beni. “Elindekilerden burada çok var.” diyorum. Bakışlarını gözlerimden eline, yumruğuna indiriyor. Çatılıyor kaşları. Sonra tekrar bana dönüyor. “Size bir şey diyebilirim mi, o çantayı atın.” Şaşırıyorum. Bilal, benim buraya neden geldiğimi bilmiyordu belli ki. Ben de neden geldiğimi bilmiyordum. Yumruğunda ne saklıyordu bilmiyordum. “Neden?” Bakışları tekrar yumruğuna iniyor. “Yoksa uyumadan önce hep ağlarsınız. Anneniz ağladığınızı görerse size kızar. Daha çok ağlarsınız.” Elindekinin korku olabileceğini düşünüyorum. Fakat o duygu halen içinde, avucundaki korku değil. “Annen sana kızıyor mu?” diye soruyorum. Cevap vermiyor. “Elindekini takımımdaki bir şeyle değiştirmek ister misin? Takas gibi.” diyorum. “O ne demek?” “Yani ben sana buradan istediğin bir şey vereceğim, sen de elindekini.” Kafasını hayır anlamında sallıyor. “İstemem.” Nedenini sormuyorum. “Ne zamandan beri avucunda? Takımımdakilerden daha yeni gibi.” İlgisini çekeceğini umarak söylüyorum bunu. “Bilmem.” “Peki, nereden geldi eline? Kim verdi sana?” “Kimse vermedi. Bir keresinde ağladığımda gözlerimi sildim. O zaman geldi elime.” “Niye ağlamıştın?” “Öyle işte.” deyip ayaklanıyor. Kapattığım pencerenin önüne gidip parmak uçlarında pencereyi açıyor. Yumruğunu kuvvetlice savuruyor. Geri dönüp karşımda duruyor, “Kurtuldum ondan.” diyerek salondan çıkıyor. Kalkıp pencereye gidiyorum. Denize bakıyorum. Biraz izledikten sonra olağan hâlinden farklı bir devingenlik seziyorum onda. Dalgalar hızlanıyor, köpükler çoğalıyordu. Dalgalar kıyıya her vuruşunda kuvvetli bir koku yayıyor, bu koku yayıldıkça zihnimdeki aşinalık yeşeriyordu.

Takımlarımın yanına gidip çantayı açıyorum. Ufak göze yerleşmiş olan duygu debeleniyordu. Onu elime alıp pencereye gidiyorum. Dalgalar şiddetleniyor, köpükler çoğalıyordu. Elimdeki duygu, kokunun etkisiyle olağanüstü bir hâl alıyordu. İçimde yeşeren o aşinalık, gür bir ormana dönmüş gibiydi. Duygunun adını koyabiliyordum artık: Güvendi. Bilal’in yumruğunda tuttuğu duygu, güven, denizi ateşe vermişti âdeta. Deniz, delirmiş gibiydi. Bilal güven duygusunu yitirmişti. Müsebbibi ebeveynleriydi belli ki. Denizi bu hâle başka ne getirebilirdi?

Deniz yükseliyordu. Kıpırdamadan olduğum yerde duruyordum. Deniz bu evi yutmaya hazırlanıyor gibi dalgalarını şiddetlendiriyordu. Bilal’in kaybettiği, köpüklerin parlak yüzlerinde görülüyordu.

Köpükler evin duvarlarına çarpıyordu. Ev, köpüklerin parlak yüzlerindeki duyguya gömülüyordu.