Çiçekçi teyze yine büfenin önündeydi. Çiçeklerin çürümüş yapraklarını ayıklıyordu. Teyzenin en çok saksı çiçeği getirdiği gün bugün. Yani cuma. Dedem, neneme hep bu teyzeden çiçek alırdı. O kadar kalite meraklısı, pazar malı sevmeyen adam, plastik kovalarda eciş bücüş çiçek satan, arada saksı çiçeği de getiren kadından neden çiçek alırdı hiç anlamadık. Dedem vefat edeli bugün tam bir yıl oldu. Neneme çiçek almak geldi içimden. Belki hüznü hafifler. Çiçekleri çok sever nenem.
Çiçekçi teyzeye ne zaman dikkatli baksam üzerinde hırka olduğu dikkatimi çeker. Yazsa ince, kışsa kalın bir hırka. Bugün hava çok soğuk. Kar gelecekmiş. Sanırım o yüzden -yine arada gördüğüm- battaniyeyi almış üzerine. İnşallah çiçekleri çabuk biter de daha çok üşümez. Aaa Mabel Matiz’in kaplanlı battaniyesi değil mi o? Ahaha ilginçmiş. Şimdiye dek fark etmemişim.
“Merhaba. Çiçek alacaktım. Demet mi yaptırsam saksıda mı alsam bilemedim.”
Gülümsedi. Esmer yüzü ışıldadı. “Düşüne düşüne geliyor bu kız diyordum ben de.”
Utandım. Gerçi ona ve battaniyesine baktığımı anlamamıştır.
“Kime alıyorsun? Ne için alıyorsun bakalım?”
“Şey. Bugün dedemin ölüm yıldönümü. Neneme hep buradan çiçek alırdı dedem. Belki ben de alırsam...”
“Allah rahmet eylesin.”
“Amin.”
“Kimdi deden senin, adı neydi?”
Şaşkın şaşkın baktım.
“Her müşterinin adını biliyor mu bu kadın diye düşünme. Valla sık sık gelip gidiyorduysa öğrenmişimdir.”
“Yok, çok sık değildi. Ama alınca sizden alırdı. Adı, adı Hüseyin’di.”
Sabahtan beri ağlamamıştım ama dedemin adını söylerken sesim çatallı çıkmış ve gözlerim dolmuştu.
“Tarif et bakayım.”
“Uzun boylu, zayıf, beyaz saçlı, beyaz bıyıklı.”
“Heee şu yakışıklı abimiz. Ah be ne karizmatik adamdı. Çok sigara içerdi ama ya… Elinden düşmezdi.”
Cevap vermedim. Çok üzüldüğüm bir şeydi dedemin tiryakiliği. Son yıl bırakmıştı ama teyze bilmiyordu demek.
“Bana Kral Rafet söylemişti.” Arkasındaki büfeyi gösteriyordu. Hiç girmediğimden adamı tanımıyordum ama dedem tanıyor olmalıydı. Büfeciyi de içimden yıllardır takdir ederim. Kaldırımın bittiği yerde bir araçlık alanı çiçekçi teyzeye vermiş ne güzel, diye düşünürüm. Bazen teyze olmaz, araçlar durur, büfeden bir şeyler alır, giderler.
Yine cevap vermeden başımı salladım.
“Çok üzüldüydüm valla. İyi adamdı. Allah rahmet eylesin. Ne diycem, nenen siklamen severdi senin. Beyaz siklamenim var.” deyip bana yakın tarafta duran siklamene uzandı. Taburesinden kalkmadan kolunu iyice uzattı.
Bense önümde duran çiçeği alıp ona vermek yerine bakıyordum.
Battaniyesi kayıyordu, sıkıca tuttu. Saksıyı önündeki sehpaya bırakırken battaniyesi sırtından kaydı, tam düşecekken tekrar sıkıca kavradı.
Sağındaki küçük kovadan hediye paketi gibi bir şey ve bir kurdele çıkardı. Benden onay beklemeden süslüyordu çiçeği. Üzerinde minik kalpler olan ve saksıya tam gelen şeffaf hediye poşetini saksıya geçirdi. Lastikle sabitledi. Turuncu bir kurdeleyle lastiğin olduğu yerden fiyonk yaptı. “Hadi bakalım al.”
“Teşekkür ederim. Ne kadar borcum?”
“Borç yok. Bu benden.”
“Ama olmaz.”
“Nenene de selam söyle. Ben de bir hoşum sanki tanıyor kadın.”
“Olmaz lütfen.”
“Kızım bak dedeni severdim, neneni de sevmiştim dedenin anlattığı kadarıyla. Seni de sevdim. Hediye kabul et. Arada uğra yanıma, bana en güzel karşılığı vermiş olursun.”
“Ama.”
“Aması yok.”
“Peki elinize sağlık. Tekrar teşekkür ederim.”
***
Nenem çiçeği çok beğendi, hem ağladı hem güldü. Teyzenin hediye ettiğini anlatınca yaptığı yemeklerden götürmemi istedi. Normalde tekrar hazırlanıp çıkmaya üşenirdim ama teyzeye kanım kaynamıştı. Hem sevaptı.
Yemekleri neye koyacağımı sordum.
“Dedenin üçlü sefer tası vardı çelik. Onu çıkar yukardan.”
Dolapta dura dura yapış yapış olmuş tasları yıkayıp kurumaya bıraktım. Yemekleri ısıtıp taslara döktüm. İyi bir şey yapmanın mutluluğuyla evden çıktım.
Teyze bir saat olmadan beni tekrar görünce şaşıracak kesin.
Genç erkek bir müşterisi vardı. Onunla ilgilenirken bana yanındaki tabureyi gösterip göz kırptı. Elimdeki ısınmış poşete sarılarak tabureye oturdum. O tabure demin yoktu ama çok takılmadım. Müşteri, çiçek demetini alıp gittikten sonra teyze bana döndü. Poşetin içinden sefer taslarını çıkarıp uzattım. Nenemin çiçeklere sevindiğini ve teşekkür için yemek yolladığını söyledim.
Niye zahmet ettiğimizi sorguladıktan, bir sürü güzel söz ettikten sonra: “Sen giderken geleceğini hissettim.” dedi.
Gülümsedim. Büfeci amca, Kral Rafet’ti galiba, bize çay getirdi. Sanki beni bekliyor gibiydiler. Belki sıradan bir durumdu ama ben garipsedim.
Hemen dönmeyi düşünürken oturup kalmıştım. Dedemin ilk çiçek alışını anlattı teyze. Nasıl bir konuşma geçtiğini en ince ayrıntısına kadar hatırlıyordu. 2012. Nasıl hatırlıyor diye hayret ettiğimi çok belli etmiş olmalıyım.
“Bakma öyle hafızam iyidir.” dedi.
Gülümsedim. Başka bir şey yapmıyordum zaten. Normalde de pek konuşkan değilimdir.
Battaniyesinin ucu kesikti. Kesik ucunu bir iple bağlamıştı. İncelediğimi fark edince kıkırdadı.
“Tılsımlı bu battaniye, vazgeçemiyorum. Kışsa üzerimde, yazsa bir parçası cebimde.”
Ne diyeceğimi bilemedim. Tılsım espriydi tamam da bir parçasını cepte taşımak niye?
“Değerli bir battaniye yani. Hatıra filan mı?” Meraktan çatlamasam ağzımı açacağım yoktu.
“Evet. Babamın battaniyesiydi bu. Adımlarımı daha güçlü atmamı sağlar, daha güzel konuşmama, insanları etkilememe sebep olur, hafızamı kuvvetlendirir. Yanıma almayı unutsam başım ağrır, konuşamam. Sadece çok güvendiğim insanlara ödünç veririm.”
İnsan battaniyeyi niye ödünç alır ki? Düşündüğümü anlamış gibi cevap verdi:
“Kral Rafet’in oğluna, sözlü mülakata girecekken kestiğim ucu verdim mesela.”
Bu hikâye beni aşmıştı. Kadın sandığım gibi şeker biri olabilirdi ama hafif sıyrık olduğu da netti. Kim bilir ne yaşamıştı. Konuyu değiştireyim bari.
“Babanızı çok seviyordunuz galiba.”
“Evet. Çok severim. Yaşıyor.”
“Aaa özür dilerim. Ben…”
“Kıymetli hatıra gibi düşündün sen ama öyle değil. Babam alkolikti, düzelmek için çalmadığı kapı kalmamıştı. Bu yolda onu doğrultan büyük biriyle karşılaşmış, babama marifet vermiş. Yani bir kereye mahsus nefes yükleme hakkı. Onun da yanından ayırmadığı bir mendili varmış. Sevdiklerine vere vere çok küçük bir parçası kalmış kendine. O da kaybolup gidince babama ‘Bu nefes bir kez kullanılır evlat. Sen büyücek bir şeye yükle marifetini, benim gibi kalakalma.’ demiş.”
Nefesi kuvvetli madem dua etmeyi de biliyordur. Ne diye mendil filan… Allah’ım ya şaka mıdır nedir?
Boş boş baktığımı görünce: “Sen sıkıldın tabii. Ben, sen bizi anlarsın sandım.” dedi.
“Yo sıkılmadım ama bu tarz şeylerden hoşlanmam.”
“Ne gibi şeylerden?”
“Kuvvetli nefes filan. Bu ayrıcalık tanınmış kişiler ne kendini belli eder ne de kumaşa bel bağlar.”
“O kadar emin olma bence. Babam da âlimden nefes almadan önce mendil parçasına inanmamış. Belli etmemiş. Bir ortama yollamış onu âlim. Cebine mendil parçasını koymuş. İçkili ortam. Babam zerre canı çekmeden ve içenlere üzülerek dönmüş, âlimin elini öpmüş.”
İnanmadığım hikayeleri sessizce dinleyemem, genelde itiraz ederim. Ama kadından ürkmüştüm. Yüzüme nötr bir ifade vermeye çalışıyordum.
“Sen neler yapıyorsun? Liseye gidip geliyordun, geçiyordun buradan. Bitti çoktan tabii.”
Kadın beni de hatırlıyor. Dedem mi gösterdi acaba? Tanıştık mı ki? Kafayı yicem nereden yemek göndermek geldi aklına nene ya? Nenene niye kızıyorsun ki? Çiçek diye tutturan sensin! Al sana çiçek!
“Ben yere bakarak yürüyenlere hep ilgi duymuşumdur. Nasıl kişiler olduğunu merak ederim. Arada kafanı kaldırıp bakıyordun ama sokak boyu elin cebinde, ayaklarını takip ederek yürüyordun. Sonra deden seni tarif etti. Göstermedi ama ben sen olduğunu anladım. Yaşadıklarını da biliyorum ama çok az tabii. Dedene kızma sakın içinden.”
Kendi kendine konuşuyor gibiydi. Müşteri gelince ben cevap veremedim. Zaten cevap bekliyor muydu bilmiyorum. Dedem genelde acısını paylaşırdı. Bense kimseye annemle babamı kaybettiğimden bahsetmem. Belki durumdan bihaber olduğum içindir. İnsan yaşamadığı duyguların içinde debelenmez. Eksikliklerini hep hissettim ama varlıklarını bildiğimden değil. Neyse… Müşteri gidince ben de müsaade isteyip kalkarım, diye düşündüm. Çay bitince elim buz kesmişti. Onu da bahane ederdim. Ama bu taslar ne olacak? Yemeği de yemedi ki alayım.
Müşteri gitti.
“Ee söylemedin. Ne işle meşgulsün?”
“Okuyorum. Matematik bölümü son sınıf.”
“Güzelmiş. Bilim insanı olacaksın.”
Her şeyi de biliyor. Başımı salladım.
“Ben müsaadenizle gideyim. Yarın sınavlarım başlıyor. Çalışmam gerek.”
“Öyle mi? Tabii kızım git. Bir daha uğramak istemeyebilirsin, yemekleri de yiyemedim, tasları nasıl versem acaba…” Etrafına bakınıyordu, yemekleri koyacağı bir şey arıyor olmalıydı.
Nasıl mahcup oldum anlatamam. Kesin belli ettim, sirke sattı suratım tabii, haklı kadın.
“Yoo niye gelmeyeyim. Yarın alırım. Burada olacaksınız değil mi?”
“İnşallah.”
Bir şey demek ister gibiydi ama öylece baktık birbirimize.
“Öyleyse iyi akşamlar.”
“İyi akşamlar kızım. Allah zihin açıklığı versin.”
***
Bu yorucu konuşmanın, yok yok dinlemenin ardından kendimi eve zor attım. Neneme anlatmak istedim ama kadıncağız endişelenecekti. Hiç sevmez öyle tarikat işlerini filan. Ona çekmişim.
Saatlerce kitapların başında boş boş vakit geçirdim. Bir türlü odaklanamadım. Sabah erkenden uyanıp çalışır, öyle sınava girerim, dedim. Teyzenin sesi kulaklarımda yatağa girdim. Nenem kahvaltıya kaldırmasa uyanacağım yoktu. Beni kaldır nene diye uyarmadığıma da pişman oldum. Kahvaltımı yapıp bilgisayarı açtım, sınava girdim. O kadar kötü geçti ki ne olduğunu anlayamadım. Sanki daha önce hiç o dersi görmemiş gibiydim.
Nenem sefer taslarını hatırlatınca hazırlanıp çıktım.
Teyze yine çürük yaprakları ayıklıyordu. Battaniyesi üzerindeydi. Hava güneşliydi ama dünden farkı yoktu. Kar topluyor herhalde.
“Merhaba nasılsınız?”
“Aaa hoş geldin. İyiyim kızım. Sen pek iyi görünmüyorsun.”
“Hoş buldum. İyiyim aslında ama sınavım kötü geçti de.”
“Benim yüzümden, seni çok oyaladım.”
“Yoo hayır bilmediğim yerlerden sormuş hoca.”
“Kapları hazırladım. Nenen, dedenin bahsettiği kadar iyi yemek yapıyor. Tam bir usta. Ellerine sağlık.”
“Evet. Eli lezzetlidir. İletirim söylediklerinizi.”
Poşeti uzattı. Sözünü kısa kesti. Dünden ötürü beni oyalamak istemiyor olmalıydı. Poşeti alıp kolaylık diledim. Yavaş yavaş uzaklaştım. Bir daha uğramayı düşünmüyordum.
Eve gelir gelmez sefer taslarını bulaşık makinesine yerleştirdim. Tertemizdiler ama olsun. Poşetin içinde bir şey daha vardı. Kâğıda sarılmış bez. Kaplanlı battaniyenin bir parçası bu! Hemen çöpe atmalıyım! Büyü müdür nedir!
Kâğıtta bir şeyler yazıyordu: “Kızım sen benim aklımı kaçırmış olduğumu sandın ama ben senin temiz kalbini görüyorum. Senin bir ele ihtiyacın var, bir güce. Allah’a sığın ama bunu da yanından ayırma derim. Sende gördüğümü anlatamıyorum ama müsaade et bu parça seninle yol alsın. Çöpe atmaya kalkma. Eğer istemezsen bana geri ulaştır olur mu? Çok iyi yerlere geleceksin. Hoşça kal.”
Mutfakta gidip geliyordum. Bir cama, bir kapıya. Sandalyeye oturup başımı ellerimin arasına alıp masaya yaslandım. Olanları nenemden saklamaya karar verdim. Yoksa kadına gider, verip veriştirirdi. Tüm olanları zihnimde canlandırdım. Bana zarar verecek bir kadın gibi gelmiyordu. Bir meczupsa verdiği battaniye parçasının zararı olamazdı, bir büyücüyse benden ne isteyecekti ki…
Yarın sınava girdikten sonra götürüp teslim ederim, diye düşündüm. Kitapların başına geçtim. Gece yarısına kadar çalıştım. Felak-Nas okuyup yattım. Tam tedirgin de değildim. Rahatlıkla karışık bir ağırlık vardı üzerimde, tarif edemiyorum. Senin bir ele ihtiyacın var, bir güce, demişti. Anne babasızlığımdan mı, özgüvensizliğimden mi, nenemle yalnız kaldığımdan mı, neden neden? Düşüne düşüne uyuyakaldım.
***
Bir sarsıntıyla uyandım. Bu, depremdi. Annemle babamı alıp götüren deprem.
Nenemin yanına gitmek için doğruldum ama ayakta duramadım. Yatağın kenarına, yere oturdum. Üzerime sandalyedeki hırkayı aldım. Telefonumu cebime koydum. Dakikalar geçmiş gibi hissediyordum.
Birden bıçak gibi kesildi sarsıntı. Odamdan çıkıp nenemin yanına koştum. Kapısı açılmıyordu. Etrafta bir şeyler aradım. Hiçbir şey görmüyordum. Işıklara gitti elim, çalışmayacağını düşünerek bastım. Telaştan nenemin siklamenine çarptım. Işık yandı. Neneme seslendim. Ses vermiyordu ya da ben duymuyordum. Mutfağa gittim. Kapıya vuracağım bir şeyler aradım. Bıçak ve sefer tasları gözüme çarptı. Nenem makineden çıkarıp üçlü bir şekilde tezgâha koymuştu. Odanın kapısına sefer taslarını kuvvetlice vurdum. Birkaç dakikalık uğraş sonrası kapıyı açtım.
Kıyafet dolabı nenemin üzerine düşmüştü. Nenemin boğuk sesini duydum: “Bacağım…” diyordu.
“Kaybedemem, seni de kaybedemem!” diye bağırdım. Bir an bile tereddüt etmeden nenemin yanına doğru kafamı soktum, omzum da girmişti. Nenem “Kızım bir şey olacak sana.” dedi. Yüzünü göremiyordum ama kokusunu duyuyordum. Dolaba yüklendiğim gibi dolap ayağa dikildi. Nenemden önce dolaba baktım. Nenem “Kızım.” dedi ağlıyordu, kollarını açtı. Dönüp sarıldım. Bir sarsıntıyı daha bekleyemezdim. Nenemi kucaklamak için eğildim. Başını öptüm. Olmaz, dediyse de kucakladım ve odadan çıktık. Kucağımda bir çocuk taşıyor gibiydim. Apartmandan çıkar çıkmaz nenem “İndir, ne olur indir.” diye yalvardı dinlemedim, karşıdaki parkın banklarına yöneldim. Herkes bana bakıyordu. Çocuklar ağlıyor, bazıları battaniyeye sarılmış yerde oturuyordu. Bir adam nenemi kucağımdan almak istedi. Kral Rafet’ti. “Taşıyorum sağ olun.” deyip ilerledim. Nenemi banka bıraktıktan sonra oturduğumuz binaya bakmaya başladım. Nenemin arkası dönüktü. Deprem korkusuyla üç katlı evde oturuyorduk. Dedem inşaatı yapan kişiyi tanıyordu. Üçüncü katta oturmayı da o istemişti. Ben okulu bitirince müstakil bir eve taşınacaktık. Kader insanı kovalıyordu işte böyle.
Neneme baktım. Hâlâ ağlıyordu. Geceliğinin cebini yokladı. Mendil arıyor olmalıydı. Kahverengi bir bez çıkardı. Kaplanlı battaniyenin parçası... Gözlerini sildi.
Yerin altından bir şey vurdu. Tekrar sallanmaya başladık. Kulağım uğulduyordu. Oturduğumuz ev gözümüzün önünde yerle bir oldu.
Elimde sefer tasının izi, aklımda çiçekçi teyze…