Babacan

Yakup Karahan

İlk uçuşum bir pike hareketiydi ve bunu yaparken sadece üç yaşındaydım. Altıncı kattaki dairemizin balkon duvarından, aşağıda birbiriyle dalaşan sokak kedilerinin üzerine atlamak istemiştim. Kendimi boşluğa bıraktığım anda arkamdan annemin tiz çığlığını duyduğumu hatırlıyorum. O kadar korkmuştum ki aklımda kalan tek şey, yere çakılmak üzereyken sanki birinin beni kucağına alıp usulca kaldırımın üzerine bıraktığını hissetmemdi. Gözlerimi açtığımda yatakta uzanıyordum ve elimde bir türlü parmaklarımı açıp alamadıkları, nereden geldiği meçhul bir çiçek tutuyordum. Adım şehir sathında çoktan “mucize çocuk”a çıkmıştı: Altıncı kattan yere düşüp burnu dahi kanamayan çocuk.

Annem, halen korkunun gölgelediği ve yalnız Allah’a duyulan minnetin eseri olan dingin yüzüyle yanıbaşımdaydı. Arada babama çatıyordu:

-Nereye kayboldun bir anda? Arabayı yıkıyordun, aşağıdaydın. Görmedin mi çocuğun düştüğünü?

-Sakin ol biraz. Bak çocuğumuza bir şey olmadı.

-Zaten ne zaman ihtiyaç olsa kaybolursun ortadan.

Annem haklıydı, babam ona ihtiyaç duyulan anlarda ortadan kaybolurdu.

Bu sebepten midir bilmem, sonraki yıllarda kronik nefes darlığım yüzünden uçuşlarımı sınırlamam gerektiğinde, gücümü sadece babası olmayan aileler için kullanmaya karar vermiştim.

Aldığım sinyallerin frekansı da bu yeni kararıma göre revize olmuş gibiydi. Göğsümde, tam olarak yerini kestiremediğim tasfiye mekanizması, artık sadece belli istekleri ihtiva eden yakarışlarda uyarılıyor ve harekete geçiyordu. Eğer yetim ya da babası işsiz bir çocuğun canı limonlu mevlana şekeri istemişse bu basit bir titreşimle zihnimi dumanlandırmakla kalıyordu. Ama eğer kocasının mezaliminden illallah etmiş bir kadın, arşı sarsacak gözyaşlarını döküyorsa, harekete geçmek benim için biraz zaman alıyordu. Kafatasımın içinde beynimin çalkalandığını hissediyordum böyle durumlarda. Karnıma giren kramplardan ve ateş içinde zonklayan şakaklarımdan dolayı kendimi halının üzerine atıp yerde kıvranıyordum. Kendimi nasıl hissettiğime bakmaksızın ayaklanmam gerektiğini düşündüğüm ilk anda dinelip uçuş öncesi ritüelime başlıyordum.

Odamın duvarına asılı Lagari, Hezarfen, İbni Firnas tasvirlerinin önünde, kararında hüzün ve ihtiramla eğiliyor, ardından geceleri uçabildiğimi keşfettiğimde, bunu hangi amaç için kullanacağımı planlarken ettiğim yemini tekrarlıyordum:

“Nefsim kudret elinde olan Allah’a kasem olsun ki, gökte mazlumların ahı zalimleri beklerken bu gölge yurdunda benim gadabım o zalimlerin ensesinde olacak.”

Önceleri evin çatısından kendimi bıraktığım gibi soluğu olay yerinde alıyordum neredeyse. Fakat çok geçmeden dispneye yakalanınca artık şehirlerdeki belli başlı yüksek binaların -genellikle TOKİ binalarıydı bunlar- tepesinde küçük molalar vererek nefeslenmek zorunda kalıyordum.

Bu durum bir ara moralimi bozmaya başlamıştı. Sinyaller hep uzak mesafelerden geliyordu. Kendi semtimden sadece bir kez sinyal almıştım. Aşağı mahalledeki bir binada, kaybolduğunu sandığı oğlunu geç vakit internet kafede bulan adam evinde terör estirmişti. Çocuğun ellerini dağlamakla kalmamış, karısının üzerine de kaynar su dökmüştü. Olay yerine gittiğimdeyse manzara çok farklıydı: Adam elleri bacaklarının arasında kanepede oturmuş, acı içinde inliyor, fakat azar işitmekten korkan çocuklar gibi başı önünde, hıçkırıklarını yutmaya çalışıyordu. Oğlu ve eşiyse ellerinde birer çiçekle, teselli bulmuş görünen yüz ifadeleriyle karşı kanepede oturuyorlardı. Yüzündeki izlerden anladığım kadarıyla biri gelip adamın terbiyesini iade etmiş olmalıydı. Maksat durumun bir şekilde halledilmesiydi ve bu da olmuştu, gelgelelim bana ihtiyaç kalmadığını görünce canım sıkıldı. Çarşıdaki nöbetçi eczaneden yanık kremi alıp eve bıraktım.

Yürüyerek geri döndüm evime. Babam balkonda battaniyeye sarılmış sigara içiyordu.

-Hayırdır baba, bu saatte?

-Bu saatte ne yaptığını izah etmesi gereken sensin galiba.

-Hiç. Canım sıkıldı, hava almaya çıktım.

-Ben de öyle dedi, mağrur ve baba ciddiyetinden ödün vermeyen gülümsemesiyle.

Balkondaki saksılarda hafifçe ırgalanan çiçekleri okşayıp içeri girdi. Üç yaşımdaki mezkur kazadan sonra birinci kattaki daire boşalır boşalmaz oraya taşınmıştık. O zamandan beri de balkonumuz hiçbir mevsim çiçeksiz kalmamıştı.

Binaya girerken orta şiddette bir sinyal aldım. Sinyal mülteci kampından geliyordu. Uzak mesafe. Babası savaşmak için ülkesinde kalmış Suriyeli bir kız çocuğu ışıklı spor ayakkabı istiyordu. Bu saatte nereden bulunur ayakkabı? Nereden olacak, garajını üç artı bir daire bedeline mülteci aileye kiraya veren Kunduracı Selim’in deposundan. İlk kez hırsızlık yapacaktım. Binaya girip, çatıya çıkmak için asansörü çağırırken, dairenin kapısı açıldı,

-Oğlum ne yapıyorsun bu saatte?

-Bir şey yok anne, sen gir içeri ben geliyorum.

-Baba oğul gece yatmazlar gündüz kalkmazlar, diye söylenip içeri girdi.

Asansörde ayakkabıyı bu geceden alıp, yarın kargoyla yollamaya karar verdim. Nefesim bizzat götürüp teslim etmeye yetmezdi.

Tam üç defa mola verip Selim’in deposunun önüne indim. Kilidi açmak için Çaycı Aydın Abinin ıvır zıvır dolabını kapalı tuttuğu bağlama telini çıkardım yerinden. Teli düzleştirip açarken bir yandan da soluklanıyordum. O anda öyle bir sinyal geldi ki şimdiye kadar böylesini görmemiştim. Göğsüm çatlayacaktı, beynim kaskatı kesildi. Sinyal bizim evden geliyordu ama çöktüğüm yerden kıpırdayamıyordum. Annem. Dilimi ne kadar döndürebiliyorsam o kadarıyla Ayetel Kürsi okuyup kalkmaya çalıştım. Olmadı. Bir daha denedim. El yordamıyla dayanıp kalkacak bir şeyler aradım ama bulamadım.

Bir el ensemden tutup kaldırdı beni. Halbuki kimse yoktu etrafta. Güç bela bir adım attım, ayağımın altında bir şey ezildi, eğildim baktım, ezilip beton zeminin gözeneklerine geçmiş sarı bir çiçekti bu. Beni kimin kaldırdığını görmek için etrafıma baktım. Hiç kimse yoktu. Doğrusu bununla ilgilenecek durumda da değildim. Bir an önce yüksek bir yere çıkıp havalanmam gerekiyordu. Aydın Abinin tentesine tutunup tırmandım. Yine görünmez bir el, ayağımın tabanından itiyordu sanki. Aşağıya, kim olduğuna baksam saatler kaybedecekmişim gibi hissediyordum. Önemsemeden devam ettim. Sundurmanın üstünden havalanıp yüksele yüksele uçmaya başladım.

Evde kimse yoktu. Elinde doksan dokuzluk tespihiyle gözümün içine bakan Hacı Teyze annemin hastanede olduğunu söyledi.

Annemi yoğun bakıma almışlardı. Babam ortalıkta yoktu. Hemşire babamı en son annemi sedyeyle içeri alırlarken acil girişinde gördüğünü söyledi. Telefonu çalıyor ama açmıyordu. O kadar kızgındım ki babama, o esnada annem için duyduğum üzüntünün mü yoksa babama olan kızgınlığımın mı ağır bastığını sorsanız, buna kesinlikle karar veremezdim.

Doktor,

-Dua edin, dedi. Allah’tan kalp masajı başarılı olmuş. Verilmiş sadakanız varmış.

Yorgun düşmüştüm, art arda gelen baskınlar vücudumu bitap bırakmıştı. Mescide gitsem, dua etsem her şey daha iyi olurdu.

Hastane mescidine girerken göğsümde hala hücum halinde bir karmaşa vardı. Lavaboda abdest alıp mescidin kapısını açtım. İçerde kimse yoktu ama rüzgara benzeyen bir ses duyuluyordu. Namaz kılarken bunun genellikle binaların bodrum katındaki mekanik seslerden değil, düpedüz bir canlının nefes alıp verişi olduğuna kanaat getirdim. Selam verip ellerimi açtığımda, sağımdaki kırmızı seccadenin köşesi kıvrıldı. La havle ve la kuvvete. Duamı bitirip kalkmaya hazırlanırken, kırmızı seccadenin üzerinde ayağından saçının ucuna kadar babam şekillenip belirdi. Ayaktaydı ve elinde bir çiçek vardı.

-Allah kabul etsin oğlum.

-Baba!

-Merak etme, annen çok güçlüdür. Yoksa iki hilkat garibesiyle nasıl baş edebilirdi bunca yıl.

***

Karton bardaktaki çaylarımızı alıp, otoparkın girişine yürüdük. Annem ameliyattaydı.

-Bu sadece sana mahsus bir güç değil.

-Kabul, ama görünmez olmak başka bir şey.

-Bu özellik bana neden verildi biliyor musun?

-...?

-Kibre girmemem için. Benim asıl gücüm kaslarımın titanyum kadar sağlam olması. Bunun yanında görünmez olmak, saldırıya hedef olmamı ve olanların benim marifetim olduğunu iddia etmemi engelliyor.

-Yani bu zaruri bir erdem. Dilsiz birinin gıybet etmemesi gibi.

-O kadar da değil. İnsanlara kibir gösterisi yapamıyorum doğru, ama kendi kendime böbürlenmemi engellemiyor bu. Hatta şimdilik sadece benim bildiğim bir alametifarikam da var.

-Nedir o?

-Yardımına koştuğum insanlar için bıraktığım bir dal çiçek.

O çiçeklerle hayatım boyunca birçok kez karşılaşmıştım. Ama kendini yeterince pohpohladığını düşündüğüm için bunu babama söylemeyecektim. Çayın son yudumunu içtim.

-Peki annemin bir süper gücü var mı?

-Sence?

Annem kendine gelip konuşmaya başlayınca, yemek işini nasıl hallettiğimizi sordu. Fesfutla geçiştirdiğimizi söyleyince o kadar bunaldı ki tekrar kriz geçireceğinden korktuk.