Soluk Arası

Hacer Noğman

Ciğerlerimin yeterince boşaldığını düşündüğümde derin bir nefes aldım.

Normallerin dışına taştığımı fark etmemin üzerinden yedi ay geçti. Sekizinci ayın yedinci günündeyim. Üzerimde ağır bir battaniye, burnuma dayadığım çiçek demetinden bir nefes çekmenin öncesindeyim. Öncesi. Derin bir nefes. Geçmiş. Nefesi salma. Sonrası. Her şey, geçmiş denen o kelimeden ötürü. Artık normalim olan, onların normalinin dışı olan.

Sekiz ay önceydi. Bir ikindi vakti, dedemin yâdıma düşmesiyle derin bir iç çekiş hâsıl oldu bende. Ne olduysa o an oldu. Ansızın, dedemin hatırımdaki hâlinin yanına düştüm; oradaki bene büründüm. Balkonda ikindinin kızıllığını beklerken gidivermiştim. Bir hoş oldum. Gözlerimi birkaç defa açıp kapattım. Sanrı değildi, hakikiydi. Tahassürümü vuslatına merdiven yapmıştım onca vakit. İşte şimdi son basamağı aştığım yerde, hakikatteydim.

Dedemin ellerine dokundum. Sonra sakalına. Ân, öyle devam etti. Yâdımın içine girmiştim. Nasılına o zaman pek kafa yormadım. Dedemle yıllar önce yaşadıklarımın aynılarını, o ânları yaşadım. Birkaç saat sürdü. Ânın bir lahzasında balkona geri döndüm. Halen ikindinin kızıllığını bekliyordum. Fakat bitkindim. Çektiğim derin nefesi henüz veriyordum. Öncesi ve sonrası diye bahsettiğim anlar arası, artık geçmişti benim için. O geçmişteki zamanla şimdinin zamanı da denk değildi. Oradaki saatler buradaki saliselere müsaviydi. Buradaydım fakat bazen meylim oradaydı.

O zamandan sonra bunu defalarca yaşadım. Meylim olduğu anlardan birinde, nefes alışım bir iç çekişe döndü ve aldığım nefesi verene dek geçen zaman, meylimin olduğu âna gittim. Döndüğümde, bunun olağan bir hâl olup olmadığını internetten araştırmaya koyuldum. Harflere tek tek basıp oluşan kelimeleri ve alt alta sıralanmış alternatifleri okudum. Harflere basmaya devam ettikçe sıralı alternatiflerin azaldığını ve en sonunda yazdığımla baş başa kaldığımı fark ettim. Arama motoru, bunu mu demek istediniz bile demedi. Nefes terapileri, doğru nefes hayatınızı değiştirebilir, nefes ile ilgili söyleşiler… Üst köşedeki çarpıya basıp kapattım bilgisayarı. Araştırmam bu kadardı. Ne zaman işime yarardı ki bu meret?

Annemin yanına gittim. Anneler her şeyi bilirdi. Bilmeseler bile tatminkâr bir cevapla eğlemeyi bilirlerdi. Benim geldiğimi fark ettiğini anladığımda “Anne, insan geçmişe gider mi?” diye sordum. Elindeki işi bırakmadan “Nerden çıkardın bu saçmalığı?” dedi. “Ya anne, gerçekten soruyorum.” Eğlemelik de olsa bir cevap versin diye bekledim. “Gider oğlum, cinleri perileri olanlar gider. Giderler ama sonra gelirler mi bilmem. Bunları neden düşünüyorsun sen hem?” Bana dönmüştü. “Şey, ben gittim anne. Ama cinlerle ya da perilerle değil, tek gittim. Biliyo musun dedemin yanına gittim, teyzemin yanına gittim. Hatta bi keresinde senin bile yanına gittim. Hani bana kırmızı ayakkabılarımı almıştık ya, o zamana gittim.” Annemin gözleri fal taşı gibi açılmıştı.

O gün annem reçetemi yazmıştı; benim, hocalık işim varmış. Ertesi gün, çok meşkûr bir hocaya gittik. Arapça bir şeyler okudu. Kendisi acayip şekillere girdi. O acayip şekillere girerken göz ucuyla bana baktı. Fark etmem sandı. Fark ettim. Bu adam hoca falan değildi. Hoca olacak çıfıt beni inandırmak ister gibi daha da acayip hâllere girdi. Ona bön bön bakmaya devam ettim. Birkaç dakika sonra beni kolumdan tutup annemin yanına götürdü. “Hanım, bu çocuğun daha büyük hocalarca görülmesi gerek. Hâli hâl değil.” Cebinden çıkardığı ufak not kâğıdına bir şeyler yazıp anneme uzattı. Annem kâğıdı dertli dertli aldı. Çantasından para çıkarıp düzenbaz adama uzattı. “Biz para için yapmıyoruz bu işi. Parayı kurslarda okuyan talebelere veriyoruz.” dedi parayı alırken. Yüzümü ekşittim.

Günler geçti. Annem beni başka hocalara götürdü. Anneme her defasında bende cinlerin perilerin olmadığını söylüyordum. Ama inanmıyordu. Annem beni nasıl eğleyebiliyorduysa ben annemi öyle eğleyemiyordum.

Annem baktı ki hocalardan fayda yok bilime kulak vermeye karar verdi. Uzunca bir süre doktor kapılarında süründük. Hatta bir keresinde, gittiğim psikologla otururken farkında olmadan derin bir nefes çekmiş ve birden üç yıl öncesine gitmiştim. Ben de beklememiştim böyle olmasını. Derken birçok psikologla görüştüm. Bazılarına psikiyatr diyorlardı ama ben onlara da psikolog diyordum. Kolayıma böyle geliyordu.

Annem, bilimin de benim için yetersiz kalacağını düşünmeye başlamıştı. Zayıflamıştı. Göz altlarında morluklar peyda olmuştu. Onun bu hâline çok üzülüyordum. Onun bu hâline üzülürken eski hâllerimizi anımsıyor, istemsizce geçmişe gidiyordum. Ama bunu anneme anlatamıyordum. Zaten ne olduysa ilk anlatışımdan sonra olmuştu. İlki ve sonuncusuydu.

Bir gün, yani iki hafta öncesine tekabül eden çarşamba günü, annem bir telefon aldı: Bir isim ve muhtevası ona dair övgülerin olduğu bir konuşma. Ertesi gün o ismin kapısına gittik. Annem derdimi anlattı. Derdim diye derdini anlattı. Karşımda oturan hanımefendi anlayışla annemi dinledi ve bana döndü. “Bir de senden dinlemek isterim.” dedi. Anneme kaçamak bir bakış attım. Kaşlarını kaldırmış beni izliyordu. Hanımefendi sessizliği bölüp “Yalnız konuşmak bazen daha iyi sonuç verir.” dedi. Bunu söylerken ona baktım. Sonra tekrar anneme. Kalkık kaşlarına. Altındaki gözlere. Hanımefendiye. “Yok, annem kalsın.” Hanımefendi bakışlarını anneme sonra tekrar bana çevirdi. “Peki, dinliyorum.” dedi. “Nefes aldığımda geçmişe gidiyorum. Ama derin nefes aldığımda. Hani iç çeker ya insan, o zaman aldığı nefesle normalde aldığı nefes bir değildir ya, işte onun gibi.” Hanımefendi bana bakmayı sürdürdü. Diyecek başka bir şeyim yoktu.

Birkaç saniye önündeki klavye ve fareyle uğraştı. Bize döndü. “Dilerseniz dört haftalık bir tedaviyle başlayalım. Ağırlıklı battaniye tedavisi. Meselenin nefes alıp vermeyle ilişkisi olup olmadığını bulmamız gerek. Fakat anlattığına göre bu problem, nefes alış verişin arasındaki süreyle bağlantılı. Bu yüzden direkt tedaviye başlayabiliriz. Yan etkisi de yok. Sadece, birkaç hafta misafirimiz olacaksın.” Son cümleyi söylerken anneme bakıyordu. Belki de işe yarardı. Ne vardı ki işe yarayacak bir şey arıyordum? Geçmişe gidişimin sadece derin bir nefes almamla ilgisi olmadığını biliyordum. Başka kimse derin nefes almıyor muydu? Alıyordu. Ama bu çok başka bir şeydi. Yalnızca bende var olan bir sıfat gibi.

Annem perişan oluyordu. Ben, çözülecek bir problemim olduğu için durmuyordum burada. Annem eski hâline dönsün diye buradaydım. Bendekinin bir sorun olmadığını ona kabul ettirmek için burada değildim. Bende bir sorun kalmadığını ona düşündürmek için buradaydım.

Tedavi başladı. Sırtüstü uzanıyordum. Göğsüme yapışmış elektrot pedler, onlardan makinelere uzanan kablolar. Monitörler. Üzerimde, her gün ağırlığı farklı olan battaniye. İlk gün, üç kilogram ağırlığında battaniye. Üç gün sonra dört kilogram. Yedinci gün altı kilogram. Günler ilerledikçe akciğerlerime olan baskı artıyordu. Nefes alış verişlerim sıklaşıyor, alış ve veriş arasında geçen süre kısalıyordu. Her gün vizit saatinde odamda beliren hanımefendi “Bugün nasılsın?” diye soruyordu. Kelam buydu fakat mana “Bugün geçmişe gittin mi?” idi. Dürüst olup ona doğruları söyledim. Günler ilerledikçe geçmişe gidişimin azaldığını söyleyip benim de bunu teyit etmemi istedi. Ettim. Her seferinde, tedavinin başarılı ilerlediğini söyleyip çıktı odadan. Bugün de aynısı oldu.

Onun tedavi dediği muhtemel bir akciğer hastalığıydı. Zira huzurla nefes alamıyordum. Fakat bunu ne o hanımefendiye ne de anneme söylüyordum. Onlar, duymak istediklerini düşünüp oyalanıyorlardı.

Tedavide onuncu gün. Yüzüstü uzanıyorum. Dün, yalnızca bir kez geçmişe gittim. Hayli üzgünüm. Açığa vurmuyorum. Üzerimdeki battaniyenin kenar dikişlerine zımbalanmış etiketi zar zor görüyorum: 9 KG. Yumuşak dokusu ensemi okşuyor. Derin bir nefes çekiyorum. Çekemiyorum. Çektiğimi sanmak istiyorum. O da olmuyor. Hayli üzgünüm.

Yüzüstü. On beşinci gün. Beş gün oldu. Gidemedim. On üç kilogram ağırlık. Vizit saati. “Bugün nasılsın?” “Beş gündür olduğum gibi.” “Bugün de iyisin yani?” Evet, bugün de gidemedim. “Evet.” “Tedavi çok iyi gidiyor.” “Beş gündür aynıyım. Neden beş gün önceki ağırlıkta kalmadınız?” Kayda değer olmayan bir cevap ve zavallı ciğerlerim.

Bir yolunu bulmalıydım. Yalnızca geçmişimden değil ciğerlerimden de olacaktım. Annemi arayıp gelmesini istedim. Geldi. Göz altları öncesine nazaran daha az mor. Havadislerden hemen haberi olduğu ve durumumun onu çok mutlu ettiğini söyledi. Ona gülümsedim. Uzanıyordum. Sırtüstü. Yumuşak dokulu battaniye ve on üç kilogram. “Anne, bana bir demet çiçek getirir misin? Burada tek kalmak canımı sıkıyor. Renk renk çiçekler iyi gelir belki.” dedim. Şaşırdı. Ben çiçek sevmezdim ki.

Getirdi. Odadaki oksijeni çiçeklerle paylaştım. Bir gece geçirdik.

On altıncı gün. Yüzüstü yatıyorum. On dört kilogram. Dün beş gün oldu dediğim günlere bugün altıncısını eklemeyecektim. Baş ucumdaki çiçek demetini aldım. Burnuma dayamadan önce kendimi denedim. Olmadı, derin bir nefes çekemedim. Çiçekleri yerine koyup battaniyeyi açmayı denedim bu kez. Battaniye, koltuk altlarımdan iyice gerdirilmiş vaziyette yatağa monte edilmişti. Dikelemiyordum bile. Çiçekleri tekrar elime aldım. Onları burnuma götürmeden evvel nefes aldım verdim. Aldım verdim. Alıp verirken geçen süreyi hesaplamak istedim. Çiçeğin bir yaprağının kopuş süresi, nefes alışım ve verişim arasındaki süreye denkti. Bunu fark etmem birkaç saniyemi aldı. O birkaç saniye sonunda hiç de iyi bir sonuç olmadığı idrakine vardım.

Çiçekleri burnuma dayadım. Ciğerlerimi tamamen boşalttığıma emin olunca çekebildiğim kadar mis kokuyu içime çektim. Gittim.

Otuzuncu gün. Başarılı bir tedavi süreci. Evimizdeyiz. Annem mutlu. Annemin mor olmayan göz altları. Yanımdan ayırmadığım çiçeklerim. Geçmiş. Evet, başarılı bir süreç. Mutluyum.

Ciğerlerime dolan nefesi boşalttım. Geçen birkaç saniye, sekiz ayım; dokuz yıl önceki sekiz ayım.