Tozlu Raflar

Hümeyra Semiha Babacan

Ayça Hanım’ın evinde her zamanki gibi sessiz, sakin bir gün başlamıştı. Eşi Mithat Bey köy okulunda öğretmendi. Sabahları erken kalkar, kasabadan köye gidecek minibüse binerdi. Aslında köy okulunun bahçesinde küçük bir lojman vardı. Ancak Ayça Hanım’ın ileri derecedeki toz alerjisi köyde yaşamasına engeldi. Mecburen kasabada bir apartman dairesinde yaşıyorlardı.

Ayça Hanım zaman zaman bahçeleri meyve ağaçlarıyla dolu, derelerinde serin suların aktığı bir köyde yaşama hayaline kapılırdı. Ancak aniden başlayan hapşırık nöbetleri ona hayatın gerçeklerini hatırlatırdı. Gerçi çocukluğundan beri aldığı kararlarda, yaptığı işlerde alerjisini hep göz önünde bulundurmuştu.

İlkbaharın gelmesiyle maskesini takmadan sokağa çıkmazdı, sonbaharda elinden geldiğince dışarıda vakit geçirmezdi. Evlerinde halı yerine toz tutmayan örme kilimler seriliydi. Başkasının evinde uzun saatler kalacak olsa hapşırık nöbetlerinden duramazdı. Bu yüzden gençliğinde hiçbir arkadaşının evinde yatılı misafir olarak kalmamıştı. Okul yıllarında teneffüslerde gönlünce koşturamaz, diğer çocuklar gibi okulun bahçesinde oynamaya kalksa hapşırıklarının sonu gelmezdi.

Ailesi onun rahatsızlığına rağmen yalnız bir çocukluk geçirmesine izin vermemişti. Evlerinde bir odayı oyuncaklarla doldurup apartmandaki yaşıtlarını çağırırlardı. Öyle ki ‘Ayça’nın Oyun Odası’ okul ve apartmandaki çocuklar için bir efsaneydi. Böylece tahmin ettiğinden çok daha fazla arkadaşı olmuştu. Yaşı ilerledikçe oda oyuncaklardan arınmış, duvarları posterlerle dolmuştu. İçi renkli ışıklarla, minderlerle süslenmişti. Artık bu efsanevi oyun odası okul sonrası kızların dedikodu merkeziydi .

Ayça Hanım’ı en çok üzen durum; kayınvalidesi çok istediği halde kır düğünü yapamamaktı. Mithat Bey’in babası büyük bir mesire alanında güvenlik görevlisiydi. Mithat Bey’in ailesi her yıl bu mesire alanında toplanır; düğün, sünnet, kına gibi eğlenceler yaparlardı. Hatta mesire alanının sahibi Oğuz Bey’in sözü vardı: Mithat’ın düğününü bizzat kendisi yapacaktı. Ayça Hanım’ın düğününde Mithat Bey’in ailesi, ilk defa salon düğünü yapıyormuşcasına şaşkındı. Oğuz Bey de hediye olarak evlerini boydan boya toz tutmayan örme kilimlerle döşemişti.

Ayça Hanım eşini kapıya kadar uğurladıktan sonra sabah kahvesini yapmaya karar verdi. Kahvenin cezvede köpürmesini beklerken ayağının altında uzanan kilime göz kırptı. Oğuz Bey ne iyi adamdı. Evini kaplayan bu renk renk kilimler çok hoştu.

Salonda bir yandan kahvesini içen Ayça Hanım diğer yandan hazırladığı alışveriş listesini gözden geçiriyordu. Listeye bakarken zamanın ne kadar çabuk geçtiğini düşündü. Daha birkaç hafta önce tezgâhları süsleyen yaz meyveleri yerini ıspanakla pırasaya bırakmıştı. Gerçi havalar daha soğumamıştı. Sonbahar geldiği hâlde hâlâ yazdan kalma günler yaşanıyordu. Ayça Hanım pencereyi açtığında havanın rüzgârsız olmasına sevindi. Hapşırık nöbetleri yüzünden eve erken dönmek istemezdi.

Hazırlanıp çıkarken çantasını son bir kere daha kontrol etti. Cüzdanı, evin anahtarı ve maskeleri yerindeydi. Çarşıya doğru ilerlerken çocuk parkından gelen seslere kulak verdi. Salıncakta sallanan çocuklar annelerine ‘Daha hızlı!’ diye bağırıyordu. Çocukların neşe dolu seslerine kuş cıvıltıları eşlik ediyordu. Hayatın tüm sıkıntılarından sıyrılmış bu park cennetten bir köşeyi andırıyordu.

Sırayla manava, kasaba ve yufkacıya uğradı. Akşama ıspanaklı börek yapacaktı. Yanına cacık ve fırında köfte. Mithat Bey köfteyi pek severdi. Köftenin kokusu bile yüzüne çocuksu bir gülümseme kondururdu.

Ayça Hanım her alışveriş sonrasında yaptığı gibi takıcılar sokağına daldı. Alerjisi yüzünden makyaj yapamazdı. Hoş kokulu allıklara, renk renk göz farlarına, yüzdeki lekeleri gizleyen pudralara asla yaklaşamazdı. Genç kızken arkadaşlarının çantalarında yer edinen bu malzemeler Ayça Hanım’ı ürkütürdü. O da çeşit çeşit takılarla süslenmeyi tercih ederdi. Gençliğinden beri aldığı takılar bir dükkanı dolduracak kadar çoktu. En sevdiği; kulaklarından sarkan küpelerdi. Her yıl modaya uygun olarak yenilediği takıları hayattaki en büyük zaafıydı. Aynı zamanda en büyük şansı da denebilirdi.

Bundan üç yıl önceydi, Mithat Bey üniversiteyi yeni bitirmişti. Atanmak için gün sayarken harçlığını çıkarmak amacıyla bir gümüşçüde işe girmişti. Ayça Hanım’ı ilk gördüğü yer de bu gümüşçüydü. Gümüşçüye sık sık uğrayan, dupduru güzellikteki bu genç kıza âşık olmuştu. Türlü laf cambazlıkları ile kızla muhabbeti ilerletmişti. Duygularını ifade etmek için gümüş ustasının yardımıyla hilâl şeklinde bir çift küpe yapmıştı. Atandığını öğrendiği hafta büyük bir heyecanla verdiği küpeler hâlâ Ayça Hanım’ın kulağındaydı. Ayça Hanım’ın takı sevdası, hayatının aşkıyla tanışmasını sağlamıştı.

Elinde alışveriş torbalarıyla kuyumcuları, gümüşçüleri bir bir gezerken gözü, yeni açılan bir dükkâna takıldı. Burası bir antikacıya benziyordu. Vitrindeki küpelere bakınca hayrete düştü. Farkında olmadan elini kulağına götürdü. Küpeleri yerindeydi. Peki, nasıl olur da Mithat Bey’in özel olarak yaptığı küpelerin tıpatıp aynısı vitrinde sergileniyordu?

Büyük bir merakla dükkana girdi. Girişteki vitrine çeşit çeşit küpeler, kolyeler dizilmişti. Yanındaki duvarı boydan boya kaplayan raflarda kitaplar, orijinal tasarımlı defterler sıralanmıştı. Kitapların önündeki tezgâh kasa olmalıydı. Kapının tam karşısındaki duvarı farklı renklerde yapılmış tablolar süslüyordu. Tabloların yanında gümüşten ahşaba, porselenden cama varıncaya kadar birçok kâse, bardak, mumluk duvardaki raflarda yerini almıştı. Dükkânın ortasına ise hasırdan tabureler, eski minderler daire şeklinde dizilmişti.

Ayça Hanım bu kadar çok eşyanın içinde kendini bilinmez bir zamanda hissetti. Sanki dükkânın kapısını açtığı anda sırlı bir dünyaya girmişti. Tabloların önünde elinde eski bir kilimle duran adamı ancak o zaman fark etti.

Dükkân sahibi Cemal Bey, müşterisini karşılamak için elindeki kilimi bıraktığında olanlar oldu. Bu asırlık, el örmesi kilim Cemal Bey’in elinden kurtulur kurtulmaz kendini sergilemek ister gibi dükkanın ortasına yayıldı. İçinde yıllardır saklanmış toz, dükkanın içine dağıldı. Ayça Hanım endişeyle geri geri çekilirken elindeki torbaları düşürdü. Dükkanın her yerine dağılan sebzeleri toplamak isterken hapşırmaya başladı. Sonu gelmeyen hapşırıklar dükkanın daha fena karışmasına sebep oldu.

Ayça Hanım tek çarenin dükkandan çıkmak olduğunu anladı. Sebzeleri toplamayı bırakarak kapıya yöneldi. Tam kapıyı açacakken vitrini aydınlatan abajura eli çarptı. Abajur gürültüyle kapının önüne düştü.Eski abajurun üstünden saçılan tozlar Ayça Hanım’ı korkuyla dükkanın ortasına sürükledi.

Ayça Hanım kendisini kapana kısılmış gibi hissediyordu. Hapşırıklarının sonu gelmiyordu. Hiç tanımadığı birinin dükkanına özenle seçtiği sebzeleri saçılmıştı. Dahası dükkana yerleşmiş tüm tozlar, kendisine düşman görmüş gibi saldırıyordu.

Müşterisinin bu hâlinden telaşa kapılan Cemal Bey ağzı açık bir hâlde donakalmış, olanları izliyordu. Dışarı çıkamayacağını anlayan Ayça Hanım dükkanın ortasındaki taburelerden birine oturup ağlamaya başladı.

Cemal Bey bir yandan ağlayan diğer yandan hapşıran müşterisinin oturduğunu görünce hızla kapıya yöneldi. Yerde yuvarlanmış abajuru kaldırıp yerine koydu. Hızla kapıyı açtı. Yüzü gözü kızarmış, hapşırıkları ile hıçkırıkları birbirine karışan müşterinin koluna girip dışarı çıkardı. Temiz hava yüzüne çarpınca kadıncağız biraz sakinleşti.

Daimi müşterileri Ayça Hanım’ın hâlini gören çevre esnafı dükkânın önüne koştu. Bu sırada Cemal Bey dükkana geçip yere saçılan sebzeleri toplamaya başladı. Hâlâ toz çıkarmakta olan kilime sitemle baktı. Zavallı kadıncağız az daha canından olacaktı, diye düşündü. Esnafın yardımıyla kendine gelen Ayça Hanım, torbalarını uzatan Cemal Bey’e minnetle baktı.

İyice toparlayıncaya kadar dükkanın önünde oturdu. Kendine gelince içeri girmeden vitrindeki küpeleri gösterdi. Cemal Bey babasının bir gümüşçü dükkanı olduğunu söyledi. Küpeleri babasının yanında çalışan genç, sevdiği kız için özel olarak yapmıştı. Genç işten ayrıldıktan sonra babası bu küpelerden birkaç düzine daha yapıp satmıştı. Vitrindeki küpeler ellerinde son kalanlardı.

Ayça Hanım kulaklarını göstererek gülümsedi. ‘Bu gördükleriniz babanızın yanındaki gencin yaptığı küpeler.’ dedi. Vitrinde duran küpeleri satın alacağını söyledi. Cemal Bey tüm bu karmaşaya sebep olan küpeleri paketlerken sessizce gülümsüyordu.