Antika Kilim

Yakup Karahan

İki buçuk yıldır beklediğim terfiyi sonunda aldım. İşe yeni bir bulaşıkçı alındıktan sonra parmak uçlarımdaki büzüşüklüğün müsebbibi olan feyri bulaşık deterjanıyla vedalaşıp yeni görev yerime geçtim. Artık satış yapılan camekânlı tezgâhın arka tarafındaki krom tezgâh benimdi. Akşama kadar, imalat bölümüne verilecek ve tezgahtaki şerbetlenmiş tatlıların üzerine serpiştirilecek fıstık ve ceviz tozlarını çekiyordum. Yeni meşgalem öncekinden daha komplike değildi elbette fakat en azından dar koridorun ucundaki bir lavabo ve kurutma sepetinden ibaret o kasvetli bulaşıkhaneden gün ışığına çıktığıma şükrediyordum.

Sabah dükkâna gelir gelmez baklava şerbetinin olduğu kazanın altını ateşliyordum. Vileda ve mopla yerleri siliyor, kuruyan tavaları istifleyip imalat bölmesine taşıyor, ardından krom tezgahımın üstüne bilendırı kuruyordum. Merdaneyle ezerek ufaladığım ceviz ve fıstık tanelerini bilendırda çekip toz haline getiriyordum. Ancak elbette yaptığım iş bununla sınırlı değildi.

Burada kıymetli kâriye bildirmem gereken bir mesele var: Üstün uğraş ve dikkat gerektiren mesleklerde, usta titrini almadan önceki çıraklık, yamaklık, kalfalık gibi aşamalar, daima yapılması elzem angaryalarla doludur. Üretim aksamışsa bunun sebebi de bu angarya işlerden birindeki zafiyet sorumlusu da çırak yahut kalfadır. Bencileyin terfi etmiş bir eleman, bu sürecin dinamiklerini göz ardı ederek, yeni meşguliyetinin konforuna tav olmamalıdır. Zaten başında işini bilen bir patron varsa, ona geldiği yeri unutturmaz ve işçisinin alışmakta olduğu rahatı bozmak için yeni tür angaryalar üretmekten geri durmaz.

Bizim patronunsa, rahatımı bozmak için başka bir sebebi daha vardı. Geçen hafta ciddi miktarda borç para istemiştim. Bir an onun Samanyolu dizilerinde ya da romantik dönem eserlerinde görebileceğimiz cinsten bir kötü adam olduğunu unutup;

-Usta, durumu biliyorsun? demiştim.

-Hayırdır kardeşim, ne durumu?

-Ev ipotekte, borcun çeyreğini olsun kapatırsak biraz daha idare ederi…

-Valla kardeşim, ölüler zannediyor ki diriler her gün helva yiyor. Durum ortada, sen de görüyorsun ya. Önce pantolonunun boş ceplerini ters yüz etti, sonra kafasını kaldırıp gırtlağını fiskeledi.

Yaptığıma bin pişman tezgahımın başına geçtiğimde de konuşmaya, bana piyasanın ne kadar dengesiz olduğunu anlatmaya devam etti. Hatta ekonomi bültenine dair sunumunu, öteki hafta tezgahtarlardan biri doğum iznine ayrıldığında, ihtiyaç hâlinde satışa yardım etmek için tezgaha koşma görevini bana verirken de sürdürüyordu.

Deruhte ettiğim işlerde göstereceğim performans ve özveri, bu kıt zamanda işçi-işveren birlikte çalıştığımız insanlara karşı bir haysiyet borcummuş.

Bu borcu ödeme azmiyle yerimde durmadan çalışıyordum. İmalattan, tezgaha, oradan bilendırın başına ya da pişirmeye zıplıyordum. Mesai boyunca da aklımdan evin durumu hiç çıkmıyordu. Babamın evi ipotek ederek aldığı borcun ödemesini artık erteleyemiyorduk. Yuvanın elden gitmesi an meselesiydi. Ne yapıp edip bu borcu kapatmak lazım geliyordu. Kafam bu konuyla nasıl dolmuşsa, müşterinin sesiyle yerimden sıçradım:

-Kim bakıyor buraya?

-Geldim hanfendi. Buyrun.

-Şundan yarım kilo, burmayla da elliye tamamla.

Kadın sürekli soru soruyor, emir kipiyle cümleler kuruyordu. Konuşurken çenesini kaldırıp altın küpesiyle oynaması da ona burnundan kıl aldırmayan insanlara mahsus bir hava katıyordu.

-Kırmızı kurdele yok mu? Neyse tamam hadi, mavi olsun. Yalnız elini çabuk tut.

-Buyur abla.

-Yahu şunu bir poşete koy.

-Ha! Pardon. Kadının domine eden tavırları yüzünden ne yapacağımı şaşırmıştım. Allah’tan olanları gören biri yoktu dükkanda. Tam bu duruma şükredecektim ki patron motorunu dükkanın önünde durdurdu. Kontağı kapatıp etrafa göz gezdirene kadar Madam Tetçır’ı sepetledim.

-Selamün aleyküm, nasıl işler?

-İyi usta, aleyküm selam.

-Önce selam alınır oğlum.

-Elbette usta.

-İyi, ortalığı sil süpür, sen de çık. Sabah geç kalma.

Fırçayla yerin tozunu süpürürken, sövmeye bu sefer patrondan başladım. Ulan üç senedir buradayım, bir gün olsun geç kaldım mı? Her akşam aynı terane; sabah geç kalma! Desem ki, “hangi gün geç kaldım şimdiye kadar?” Cevap hazır: “Tembihlemesek her gün, sende nerde o dakiklik.”

Biriken pisliği faraşa alırken süprüntülerin arasında bir şey dikkatimi çekti. Elimi tozların arasına sokup baktım, altın bir küpe. Son gelen müşterinin kulağında oynayıp durduğu küpeye benziyordu, şu hükümet kadının küpesine. Hiç düşünmeden küpeyi cebime attım. Sonra kadına verip veriştirmeye başladım.

Küpeyle ne yapacağımı eve gidene kadar düşünmedim. Annem yemek tepsisini masaya koyup, benle önemli bir şeyler konuşmak istediğinde yaptığı gibi başı önünde, ellerini ovuşturup yavaşça karşımda oturduğunda da hâlâ küpeyi ne yapacağım üzerinde durmuyordum. Ancak annem konuşmaya başlayınca küpeyi okutma şıkkı kendiliğinden elendi. Annem, büyük büyükbabamdan kalan kilimi satalım diyordu. Kilimi hiç görmemiştim, fakat hikâyesini ailenin her ferdinden, eskileri yad edip fotoğraf albümlerini açtığımız her mecliste çok defa dinlemiştim.

Tahsin Zeki dedemden miras kalmıştı bu kilim. Büyük dedem, Mütareke döneminde muhabirlik yapmaya başlayan eski bir gazeteciydi.

İddiasız, göze batmayan, fakat görmezden de gelinemeyecek haberler getirmekte mahirmiş dedem. İşgalcilerin tertiplediği balolar, Damad-ı Şehriyar-i Ferid Paşa’nın fesinin püskülünün ne tarafa baktığı, Buhara cumhurreisinin giyim kuşamı, Milli Şef’in çivileme atlayışları. Fakat esas taltifi Şah Pevlevi’nin ziyareti esnasında yakalamış. Gazi Paşa hazretleriyle Şah boğaz gezisindeyken, en uygun pozu yakalamak için güvertede oradan oraya koşturuyormuş. Derken vapurun kenarındaki demir borulara çıkıp oturmuş. Işığı ayarlamak için sağa sola eğilirken birden denize düşmüş. Derlermiş ki Gazi’nin kahkahayla gülüşünü fotoğraflamak için ilk kez fırsat bulmuştuk, lakin denize düşen Tahsin Zeki’ye dikkat kesildiğimizden bu fırsat elimizden uçup gitti.

Şah’ın uğurlandığı günün gecesi dedem huzura davet edilmiş. Atatürk mutat zevatla sofra başında oturuyormuş. Dedemi şöyle bir süzdükten sonra, elinin altındaki kaseden bir beyaz leblebi alıp dedeme uzatmış. İşinde hassasiyet sahibi ve gözü kara oluşunu övmüş. Yetinmeyip, şahın hediye olarak getirdiği halıların yerinden ettiği kilimi dedeme hediye etmiş. İşin güzel tarafı, bu hediye edilen kilim de eski bir İsfahan işi kilimmiş.

Annem bu kilimi usturuplu bir fiyata elden çıkarabileceğimizi, böylelikle borcun bir kısmını olsun kapatabileceğimizi söylüyordu. Kilimin antika oluşuyla birlikte, hikayesi de ayrıca bir değer yüklerdi fiyatına.

-Sen bir gün izin alıp bu kilimi Halıcı Ferhat’a götür. Ondan bi öğren bakalım ederi nedir bunun?

-Halıcı Ferhat alır mı ki bunu?

-Alır demedim oğlum, ne kadara gideceğini bilir. Sor, öğren.

Heyecandan yemek yiyemedim. Patrona mesaj atıp izin istedim. “Olmaz” dedi. “Annmi hastnye götrmm lzm usta,” dedim. “Oncden nye hbr vermyrsun.” dedi. “Usta unutmusum” dedim. Verdiği cevabı yazmaya terbiyem müsade etmez. Ama izni kopardım.

Ertesi gün fırsattan istifade öğlene kadar uyudum. Kalktığımda annem kilimi sarıp sarmalamış, hazır etmişti. Telefonun ekranında altı cevapsız arama gözüküyordu. Patron aramıştı. Telefon elimdeyken bir daha aradı. Sesini kapatıp kalktım yataktan. Kim bilir ne antin kuntin mesele için arıyordu, Allah’tan bir gün izin aldık.

Halıcı Ferhat, aynı zamanda şehrin en ünlü çıkıkçısıdır. Geleni gideni hiç eksik olmaz bu yüzden. Ama yalnız kaldığı bir anı yakalayabileceğimi tahmin ediyorum.

Halı dükkanı, toplanmış Uşak halıları, duvarlara, tümseklere serili Türkmenistan ve İran halılarıyla kaplıydı. Halıcı Ferhat her zamanki gibi arkadaki odada hastasıyla ilgileniyordu. O tarafa geçip aralık kapıdan baktım, tükürdüğü parmaklarıyla önündeki çocuğun çıkık bileğini ovuyordu. Zavallı çocuk baygınlık geçiriyordu sanki. Ben de fena olunca aralıktan çekildim. Beş dakika sonra kapı açıldı. Önde bileği sarılı çocuk çıktı. Halıcı Ferhat kapının arkasında kalan biriyle konuşuyordu, muhtemelen çocuğun anne ya da babasıydı.

-Zeytini havanda dövüp, her akşam bileğine sar.

-Tamam.

Dünkü kadındı bu. Küpesini düşüren. Dünkü zorba tavrından eser kalmamıştı. Anne işte, çocuğunun derdi, gerilimsiz halini hayal edemeyeceğimi düşündüğüm yüzüne, hiç de yabancı durmayan acınacak bir ifade yerleştirmişti. Fırsat ayağıma gelmişti, küpesini çıkarıp vermeliydim şimdi. Elimi cebime götürürken kadın çığlığı bastı:

-Hırsız! Ay hırsız bu. Hırsızzz! Tutun çabuk kaçmasın.

Noluyor dememe kalmadan Ferhat’ın adamları üstüme atladı. Meğer kadın sabah ilk iş dükkana gelmiş, küpesini sormaya. Yok denince beni tarif etmiş. Patron üst üste aramış ama ulaşamamış bana. Karşı dükkanın kamerasını kontrol etmişler, yerden aldığım şeyi cebime attığım görülüyormuş ama ne olduğu seçilemiyormuş. Gerek de yoktu zaten, cebimden çıkmıştı.