Son toz düştüğünde, bilinmez hangi sebepten, yok olan bir izin kaybı yaşamaya başlayacak.
Yirmi altı, yirmi yedi, yirmi sekiz… Kendimi, ömrünü kum tanelerini saymaya adayan bir keşişe benzetiyorum. Kırk üç, kırk dört… Pencereden gelen toz taneleri güneş hüzmelerinde dans ederek masaya konuyor. Ağırlık yapmadan, bilinmez hangi anının üzerinden, gelip bana yardım ediyor. Altmış bir, altmış iki… Neden sayıyorum tozları?
Bundan tam üç yıl doksan sekiz gün önce. Ağırlığım altında ezilen kar sesleri omuzlarımla konuşuyor. Karrt, kurrt-karrt, kurrt. Ahmet Yesevi Camii’nin avlusuna gidiyorum. Önce sağ omzuma sonra sol omzuma bakıyorum. Dikkatlice bakıyorum, baktım. Ağırlıkların sebebine baktım. Kendimden başkasını göremedim. Üzüldüm. Kendimden başkasını görmeye hazırlanmıştım. O an karar verdim. Hayatımı değiştirecektim. Ama ne zaman? Yarın? Pazartesi? Karlar su olup tekrar gökyüzüne kavuştuğunda? Allah’ım bir işaret gerek. Yeniden başlamak için bir işaret. Sağa baktım sonra sola. Avluda oturan birkaç amca ve ben. Pes etmedim, işareti aramaya koyuldum. Ne saçma! İşaretse o beni bulurdu. Bulunmama ihtimalinden kaçtım. Ben kovalıyordum, o kaçıyordu. O kovalıyordu, ben kaçıyordum. Sonunda yoruldum. Belki işaret de yorulmuştu. İşareti çaya davet etmeye karar verdim. Burada, şimdi üzerinde tozları saydığım masada karanfilli bir çay içerdim. Çayımı içerken işareti beklerdim. İşaret için de bir bardak almayı unutmamalıydım. Gelince görsündü, onu nasıl da bekliyorum. Evimin kapısındaydım. Anahtarı almak için sırt çantama davranmıştım. Yoktu. Unutmuştum. Unutmamışım, işaret saklamış meğer. Şimdi anlıyorum.
Camii avlusuna bu kez çantamı almak için gittim. Çantamı aldım, sırtıma taktım, son kez etrafa baktım. Eve yöneldim. Tam o anda amcanın biriyle göz göze geldim. Baktı. Gel, dedi. Gel kızım, adın ne senin?
* Efendim amca, bir şey mi istediniz, nasılsınız?
* He ya istedim. Kulakların delik mi senin?
* ha Hayır.
* Değil mi?Neyse önemli değil. Hay Allah, deldirirsin o zaman n’apalım. Al bakalım şunları, senin olsun.
* Bunlar ne, aa küpe. Çok güzellermiş ama siz bunu başkasına verin. Ben kulaklarımı deldiremem.
* Bak kızım, ben bunları ona almıştım. Ama o başka bir hayat yaşamak istiyormuş. Benim olmadığım bir hayat. Küpelerle baş başa bıraktı beni. O yüzden sen bunları al. İster başkasına ver, ister çöpe at. O gitti. Küpeleri kalmasın.
* Çok teşekkürler, çöpe atmam merak etmeyin. Ben... ben, bir şekilde kullanırım bunları. Çok sağ olun tekrar. Yeni bir hayat için demek...
İşaretime kavuşmuştum. Kulağımı deldirmedim ama küpeleri hep yanımda taşıdım. Üç yıl altmış beş gün beraber yaşadık. Broş olarak kalbimin üstünde taşıdım onları. Sonra bir şey oldu. Ne olduğunu bilmiyorum. Tek bildiğim değişmek gerekti. Yeni bir başlangıç yapacaktım. Gelin görün ki işaret aramaya mecalim kalmamıştı. Ben de izleri silmeye karar verdim. Küpeden artakalan izleri. Ama bir küpenin ne izi olurdu? Kulağım delik değildi ki kapatayım. Yoksa bir izi, silmek için oluşturmam gerekti.
Şimdi üzerine düşen tozları saydığım masaya bıraktım küpeleri. Göğsünü tozlara siper eden küpe, ortadan kalktığında tertemiz bir iz bırakacak. Son toz düştüğünde, bilinmez hangi sebepten, yok olan bir izin kaybı yaşamaya başlayacak. Otuz üç gün harpte siper olmasına izin verdim. Küpeleri elime aldığımda onlarda, tozdan kar yığını arasında tüm gücüyle kalmanın gururunu gördüm. Sırt çantamı aldım. Küpeleri cami avlusuna gömdüm. Eve geldim. İşte sayıyorum.
Beş yüz kırk dört, be yüz kırk beş…
Cam açık, güneş hüzmeleri bana yardım ediyor. Bazen tozlar havalanacakmış gibi oluyor. Beş yüz elli iki, beş yüz elli üç…
Tüm bu iz tozla kapanırken, tahminim üç saat boyunca, yeni hayatımı çizmiş olacağım. İlk çizgiler geçmişin izi oldu. Olsun daha çok vakit var.
BULOOPS BULOOPS
Başımı aniden sağa çeviriyorum. Üst kat komşumuz, bilmem ne için, kilim silkeliyor. Tozlar, hüzmeleri delip saldırıyor. Büyük bir harp meydanı. Kafamı aniden sola çeviriyorum. Masamın üzerinde sipersiz bir izin cenazesi. Bir kilim üzerini örtmüş. Şimdi yeni hayatımın ilk saniyesi. Elimde yalnızca geçmişin çizgileri.