Dünyanın Tüm Acıları

Meryem Aytaş

Sabahın nurunda “ya nasip” deyip düştüm yollara. Ata yadigârı ekmek teknesi her sabah yollarımı gözlerdi. Sarrafoğulları’nın yedinci kuşak varisi, şehrin en gözde kuyumcu dükkânının sahibiyim. Ahh! Duvarların dili olsa da anlatsa mücevherlerimiz kaç gelin kızın içinde ukde kaldı, kaç delikanlının belini büktü. O binbir umutlarla takılan kaç nişan yüzüğünün yere düşen sesi yankılandı duvarlarda. Hele o vitrinin en güzide yerinde sergilenen, bilmem ne diyarının en becerikli zanaatkârlarının hünerli elleriyle ince ince işlediği küpelerimize bakarak kaç kadın iç geçirdi. Kaç kadın camekânın önünde durup hayran hayran bakardı onlara. Kaç genç kız “Bana bu küpelerden alabilecek bir adamla evleneceğim.” diye diye geçerdi dükkânın önünden. Gözleriyle küpelere bakış atarak yürürken karşıdan gelene çarpana, hatta tökezleyip düşen kadınlara da şahitlik etti bu gözler.

Çarşıda dükkânı açan ilk esnaf ben olurdum. Rahmetli babam “bereket erkenden işe koyulmakta” diye sıkı sıkı tembihlerdi. Rahmetli dedem de babama böyle nasihat edermiş, yani anlayacağınız nasihatler bile kuşaktan kuşağa. Şu ömrü hayatımda başka bir meslek yapmayı aklımın ucundan dâhi geçirmedim. Gözümü bu dükkânda açtım, Allah bilir ama bu dükkânda da kapatmak isterim. Kepengi kaldırıp içeri girdim. İçeriyi şöyle bir süpürüp, tezgâhların tozunu alırken çarşı da yavaş yavaş hareketlenmeye başladı. Çarşıyı bir misk kokusu sardı. Bu kokuyu aldığımda bilirdim ki üç dükkân yanımdaki esans dükkânın sahibi rızkını aramaya başladı. Sonra uzaklardan bir reyhan kokusu geldi burnuma. Bu koku, Aktar Mehmet Amca’nın dükkânı açtığının habercisiydi.Mehmet Amca rahmetli babamın arkadaşıydı. Babamların kuşaktan bir Mehmet Amca kaldı, asırlık çınar gibi. Oğulları vakti zamanında çok yalvardılar “Gözün arkada kalmasın, biz tüm işleri hallederiz, sen bu yaştan sonra dinlen artık” diye ama nâfile. Mehmet Amca “Benim emeklilik ancak ölünce olur” der, her gün çarşıya gelir, oğullarının başında dağ gibi durur. Bakırcı Hasan ustanın da tak tuk sesleri kulağıma geldiğine göre tüm esnaf işbaşı yapmış demekti ama bugün yan komşumun kepenk sesi gelmemişti. Saat epey ilerledi. Kapının önüne çıktım, baktım ki kepenkler hâlâ kapalı. “Açılmaz olasıca” diye söylenerek döndüm dükkânıma. On yıldır kanlı bıçaklıyız yan komşumla. Allah biliyor, şu dükkân ata yadigârı olmasa bir dakika durmam buralarda. Mehmet Amca onu da beni de atalarımızın emaneti bilirdi, her sabah bıkmadan usanmadan bizi karşısına oturtur nasihat ederdi. Sonra da “hakkınızı helal ediyor musunuz?” diye sorar, bizden de “yok” cevabını alınca, “Allah gönüllerinize merhamet versin” diye dua edip, çıkıp giderdi.

Bana kalsa şu lüzumsuzu kâle alıp anlatmam ama geçen Mehmet Amca benden söz aldı, âdil bildiğim birilerine aramızdaki husumeti anlatıp, hakemlik ettirecekmişim. Onlar da ne hüküm verirse kayıtsız şartsız uyacakmışım. Ben de sizlerin adaletine güveniyorum, meseleyi en başından ne eksik ne fazla doğruca anlatacağıma da söz veriyorum. Bana bir hakemlik ediverin o zaman, dostlarım.

Bu hayırsızla birlikte büyüdük. Ben koskoca Sarrafoğulları’nın torunuysam o da koskoca Kilimci’lerin torunu. Ahh şu çarşının dili olsa da anlatsa size. Tüm çarşı esnafı illallah ettiydi vakti zamanında bizden. Her gün çarşıya gitmek için can atardık, ne diller dökerdik babalarımıza. Sonra da gelsin yaramazlıklar, gelsin muziplikler. Mehmet Amca’nın baharatlarını avuçlayıp birbirimizin yüzüne üfler, sonra da babalarımızdan bir güzel azar işitirdik. Bir hafta çarşıya gelmeme cezası alırdık ama yine de bunu yapmaktan vazgeçemezdik. Sonra bir sopa bulur gelir, onların dükkânın önünde sergilenen o bilmem ne diyarının en becerikli kadınlarının hünerli elleriyle dokuduğu nadide kilimleri bir güzel döver, tozu dumana katardık. Sonra da babalarımızın şerrinden Mehmet Amca’nın şefkatli kollarına kaçardık. O zamanlar çocuktuk bilmiyorduk, bir toz tanesinin başımıza ne dertler açabileceğini. En fazla etrafı tozuttuk diye fırça yerdik, bir de çarşı esnafının babamlara “gözünüzün yağını yiyeyim, şu çocuklarınız adam olana kadar buralara getirmeyin” diye yalvarmalarını dinlerdik. Neyse gel zaman, git zaman önce bu vefasızın babasını verdik toprağa. Azıcık vefası olsa bilirdi en zor zamanlarında kim vardı yanında. Çok geçmeden babamı da koyduk kara toprağa. Ben onun gibi vefasız değilim, hakkını teslim edeyim, benim de o zor günlerimde o vardı yanımda. Her çocuk babası ölünce büyür, koca adam olurmuş, babalarımız ölünce öğrendik. Babalarımızdan nasıl gördüysek, o görenekle devraldık dükkânları. Birbirimizi dağ bildik, sırtımızı dayadık. El birliğiyle büyüttük işlerimizi. “Ustada kalırsa bu öksüz yapı, onu sürdürmeyen çırak utansın,” düsturuyla, atalarımızdan devraldığımız bu yapıları birken bin yaptık. Bu dükkânları da yadigâr bildiğimizden buradan bir yere kıpırdamadık. Gel zaman, git zaman benim işler bozuldu. Bu insafsız, bu vefasız, bu hayırsız neyse daha sayarım da ağzımı bozmayayım. Ben bunu dost bilip anlattım derdimi, insan çıkarıp koymaz mı parayı masaya, “al kardeşim sen sıkıntını gider” demez mi? Derseniz ki onun da elinde avucunda yoktur, ondan verememiştir. Orada durun dostlarım, hata edersiniz. Ben dardayken o bilmem kaçıncı dükkânını açıyordu şehrin bir başka köşesine. Bunu da bilerekten tekrardan soruyorum size, insan olan kardeşine dar gününde yardım etmez mi? İnsan olan eder tabi, eder de bu insan değil. Bir de her sabah gerine gerine dükkânın önünden geçip selam vermez mi, iyice sinirlerime dokunmaya başlamıştı. Bir gün dükkânı toz duman aldı. Çıktım dışarı baktım, elinde sopayla bilmem ne diyarının en becerikli kadınlarının hünerli elleriyle dokuduğu nadide kilimlerinin tozunu alıyor. Zaten canım burnumda ağzıma ne geldiyse saydım. Ben ne söyledim, o ne cevap verdi, hiç bilmiyorum ama en son “ne ölüm ölüne, ne dirim dirine” diye bağırıyorduk birbirimize, bir tek bunu hatırlıyorum. O günden sonra da bakmadık bir daha birbirimizin yüzüne. O zor zamanlarımda Mehmet Amca yardım etti sağolsun, işlerim düzeldi, rayına oturdu. Mehmet Amca’nın üzerimdeki emeği öylesine büyük ki. Tıpkı bu dükkân gibi babamdan yadigâr bilirdim onu da, hatta benim için bir nevi babaydı. Biz konuşmayınca bir gün Mehmet Amca bizi karşısına alıp “oğullarım biraz olsun üzerinizde hakkım varsa her sabah oturur benimle bir çay içer, sohbet edersiniz. Sonrasında ister sarılıp ayrılırsınız, ister dövüşüp ayrılırsınız, orası sizin bileceğiniz iş” demişti. İşte o gün bu gündür Mehmet Amca gelir, oturur sohbet eder, biz de hiç konuşmadan kalkardık o masadan. İşte benim hikâyem böyle. Şimdi haksızsam haksızsın deyin dostlarım. Adil olun, adaleti teslim edin. Ne derseniz razıyım, hadi verin hükmümü.

Siz mahkeme kurup, hüküm verirken Mehmet Amca da göründü ufukta. Çayı hazır ettiydim. Kapıda karşıladım Mehmet Amcayı, ellerinden öptüm, içeri geçip oturduk. Biz çayları yudumlamaya başladık ama yan dükkândan kepenk sesi gelmedi hâlâ. Mehmet Amca’nın oğlu koşarak girdi benim dükkâna, eğildi, başını babasının dizlerine gömüp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Yaşlı gözlerle baktı bize, “Kilimci’lerin torunu” dedi, duraksadı, yutkunmayı denedi, yutkunamadı. Sonra derin nefes almaya çalıştı. O an ne olduğunu anlamıştık anlamasına ama insan duymak istiyordu. Güç bela cesaretini toplayıp “ölmüş” dedi. “ İşe gelirken kalp krizi geçirmiş, olduğu yere yıkılıvermiş” deyip sarıldı babasına. Mehmet Amca’nın gözyaşları sicim gibi akmaya başladı, acısını dindirmek istercesine oğlunu bağrına bastırdı. Bana gelince dostlarım, Allah’ın bildiğini kuldan saklayacak değilim, yüreğimde zerre miktarı kıpırtı oldu desem yalan söylemiş olurum. “Benim için çoktan öldüydü” diye söyleyiverdim gayri ihtiyari. Mehmet Amca’nın oğlu bir hışımla döndü bana, “ulan sen ne biçim adamsın be, ne kindarsın, ne gaddarsın be, senin kalbin de mi yok? Madem kalbin yok, vicdanın yok, o zaman var olan o iki kulağını aç da iyice dinle dediklerimi. Sana o parayı veren, yardım eden babam değildi. Bizim etimiz ne budumuz ne de sana yardım edelim be.” Bu cümlelerle beynimden vurulmuşa döndüm, o an bulunduğum yer yarılsa da içine girsem, üzerimdeki tavan çökse de altında kalsam diye dua ettim. Mehmet Amca oğlunu susturmaya çalışsa da, öfkeden gözü dönmüş oğlu durmadan devam etti. Ben kelimelerin kurşun olup yürekleri delip geçebilen bir şey olduğunu o an fark ettim. Okları yüreğime yüreğime saplamaya devam etti. “Bir akşam vakti çıkıp bizim eve geldiydi, babamla bir odaya çekildiler, ben de çay götürdüğüm sırada kulak misafiri oldum konuşmalarına. Can ciğer dostumun ömür boyu minnet dolu gözlerle bana bakmasını istemem, gururludur bilirsin, yardımım altında ezilir diye korkarım. Sen büyüğümüzsün, babamız gibi biliriz seni, yardımın incitmez gönüllerimizi. Bu da sırrımız olsun bu dünyada dediydi babama. Ben de mezara girecektim bu sırla ama senin taş kalbin gerçeği bilse de oynamaz yerinden, al bu sırrı ne yaparsan yap artık.”

Gözüm kararıyor dostlarım. Kalbimi dağlıyorlar, neşterle ince ince parçalara ayırıyorlar. Yer ayağımın altından çekildi, zaman mekân kavramı anlamını yitirdi. Söyleyin dostlarım şimdi ben kime anlatayım içimdeki yangını. Kimlere söyleyeyim, “benim derdim para pul değildi, dostum tarafından yalnız bırakılmaktı” diye. Siz bari söyleyin dostlarım, böylesine sevip önemsemesem böylesine küser darılır mıydım? Bu derin kırgınlık, küslük, derin bir sevginin, muhabbetin neticesi değil midir? Yalvarırım dostlarım bir şey söyleyin, biraz olsun su serpin şu yanan yüreğime. Ben kimlere anlatayım derdimi şimdi, nerelere gideyim, hangi dağlara vurayım kendimi. Bırakın bana hüküm vermeyi de hemen kesin cezamı.

Dostuma son görevimi yapacak olmasam o an orada kapayıverirdim de ömür boyu açmazdım gözlerimi. Bayılmaya bile hakkım yoktu benim. Güç bela toparlayıp kaldırdım kendimi. O büyük veda vakti geldi çattı, öğle namazına müteakip. Dünyanın tüm acıları o an benim sırtımdaydı. O her gün Mehmet Amca’nın sorduğu soru çınladı kulaklarımda fakat bu kez imam efendinin sesinden.

“Haklarınızı Helal Ediyor Musunuz?”

“Helal Olsun, Helal Olsun, Helal Olsun…”