Kadınlar Kimisi Tozdan

Fatma Ünsal

Kuyumcudan kar tanesi şeklinde küpe seçtiğinde anlamalıydım.

Kim değerli bir taşa bürünmüş şekli, kar tanesinin aslıyla yarışmayı matah bir şey olarak kabul edebilirdi ki? Aslı var ve tüm sessiz görkemiyle yere usul usul iniyor. Safdilin teki de onunla yarışır gibi onun taklidini yapıyor. Hem de değerli bir taştan yapıyor ki eli kuvvetlensin. Sen busun insan. Kifayetsizliğini kıymetli şeylerle örtensin.

Kulağına taktı ve bana baktı. Gözleri küpeyle yarışırcasına ışıldıyor. “Yakıştı mı? Alalım mı bunu?” Benden öylesine bir fikir bekliyordu. Verilmiş kararın adını koyalım. “Alalım, çok yakıştı.”

Yalan. Tek seçenek var, tek seçenek hakkım varken doğru sayılmaz bu dediğim. Zaten yakışması için tasarlanmış. Yakışmaması için şu zarif taşların parıltısının olmaması lazım. Kar tanesi değil de belki bir sümüklü böcek şeklinde olmalı hem de sümüklü böceğin o kaygansı sıvısının izini de taşımalı. Sümüklü böcekten küpe. Yakıştı. Tek kelimeli yalan. İnsana başka cevap hakkının olmadığı yalanlar söyletme düzeneği.

Arabada eve kadar gülümsedi. Ağzı kulaklarında. Çünkü orada yeni küpeleri var. Ağzı kulaklarında olmasın da ne yapsın? İkide bir dokunuyordu onlara. Yan gözlerle bana bakıyordu. “Teşekkür ederim, beni çok mutlu ettin. Başının etini yedim ama bak değdi. Ne kadar güzeller bak.” Yüzüme gülümsememi yerleştirip başımla onayladım. Direksiyonda olmanın verdiği rahatlık. Gözüm ileriye, kayan trafiğe odaklandığından onu baş sallamakla ve gülümsemekle oyalayabildim. Kulağında kar taneli küpeleriyle etrafı izliyor, arada önüne düşen buklelerini arkaya atıyordu. Saçları kahverengi. Kahverengisi kendinden. Bukleleri değil.

Kapıyı açıp içeri girdiğimizde o bilindik koku yüzümüze vurdu. Her evin kendi kokusu olur. Bunu ne yaparsanız yapın değiştiremezsiniz. Başka yere taşınsanız da ev sahibiyle, eşyalarla dolaşan bir koku bu. Eve atılan gizli imza. Kapının açılması, içeriden burnunuza gelen o koku. Anlatabiliyor muyum? Ben kapıyı her açtığımda S ile bize ait olan o kokunun dışında, çocukluğumun kokusunu da alırdım bu evde. Annemin iş yaparkenki o telaşlarının, yaptığı yemeklerinin, babamın işten dönüşlerinin, kardeşimle onu kapıda karşılayıp üstüne atlayışlarımızın kokusunu da alırdım. Kestane, mısır patlatması eşliğinde televizyonun önünde toplaşmalarımızın, Bizimkiler’i heyecanla izlemelerimizin, o güzel pazar günlerinin kokusu burun deliklerimden içeri girdiğinde kendimi güvende hissederdim. Bana bir şey olmaz, benim adım Cemil! Bunun sebebiyse oydu. Annemin bize hediye ettiği, daha doğrusu benim ondan istediğim çocukluğuma ait bir kilim. Kenarlarında çift çizgiden deseni olan, ortasında üçgen şekilleri olan bordo bir kilim. Hayal ettiğinizde gözünüzün önüne nasıl bir şey geliyorsa ondan. Dümdüz. Kilim işte. Onu annemlerden alıp çalışma odama sermiştim. S bundan hiç hoşlanmadı. Bunu, çalışma odama her girdiğinde yüzünün aldığı o şekilden anlamak zor değildi. Bazen daha modern kilimler almayı da önerdi. Hatta dedi, komple kaldıralım, yerde bir şey olmayınca daha şık. Şıklık arayan kimdi ki? O zamanlar hafifçe güler, ona pek şık gelmeyen bu kilimin çocukluğumu bana taşıdığını anlatmaya çalışırdım.

Çalışırdım, diyorum çünkü beni pek dinlemezdi. En son kaşlarını yukarı kaldırarak peki, derdi. Sen öyle istiyorsan. Sen de öyle istesen sanki ne olur. Diyemezdim.

Belediye başkanı ona verilen yetkiye dayanarak nikâhımızı kıymıştı ama sanırım attığımız imza kimi şeyleri oldurmaya yetmiyordu. Dünya. Bizi böyle böyle oyalıyor. Kanıyoruz her seferinde. Kandırıyor bizi düpedüz! Borç senetlerine zorla imza attırmaya çalışan, at hadi at ödersin ödersiin diyen tefeci gibi! Tefeci dünya. Kanmaya gelmişiz. Gönüllü bir kanmak bu. Ödersin ödersiin. Başla hele şu okula, seversin seversiin. -Severim ya, ne olacak severim. Gir hele şu işe, çalışa çalışa alışırsın, alışırsıın. -Alışırım tabii ya borç harç var, alışmayıp ne yapayım? Giy hele şu ayakkabıyı, az sıksa da açılır açılıır. -Açılır açılır, ayakkabı bu, işi açılmak. At şu imzayı at, zamanla seversin seversiin. -Severim ya, gül gibi kız. Maşallah nasıl da gülüyor. Çok çok ne olur yani? Şu gülümsemenin altından ne çıkabilir? Dur gür bağırayım da alkışlasınlar: EVEET! (Burada nikâh salonundaki davetlilerin gülüşleri eşliğindeki alkış sesi duyulmalı.)

Onunla evliliğimiz tam bir evcilik oyunuydu. O yemekler pişiriyor, evi silip süpürüyor, iş dönüşleri bana kocaman gülümsemesiyle hoş geldiin fırlatıyordu. Ben işe gidiyor, akşam beş mesaisine kadar çalışıyor, arabama atlıyor, eve dönüş yoluna geçiyordum. İki de ekmek. Bazen yoğurt. Standartlarımız bizi her gün idare ediyordu. Daha ne olsundu? (Olsunduya uygun bir şeyler demeli.) Hâlbuki aşk başka ne olsundu hayatın mazereti?

Kar tanesi küpelerini hiç çıkarmadı kulağından. O zarif başını tamamlayan ufak bir detay gibi pırıldadı hep o küpe. Arada bir elini küpelerine götürür, orada olmalarından emin olmak ister gibi dokunurdu. Yüzünde ufak bir gülümseme belirirdi. Gülümserken tam dudağının bitiş yerlerinde bir çukurluk oluşurdu. Kar tanesi küpeleri o zaman ben de severdim. Onu da o zamanlar daha çok severdim. Hatta belki de onu bu hâli için severdim. Gülümsemesi geçince küpeler iki soğuk taş tanesine dönüşürdü. O da kusursuz bir heykele.

Sofrada günün özetini yapardık. O, izlediği gündüz kuşağı programlarının kısa bir dökümünü yapardı. Kısa dedim ama yazıyla kısa. Heyecanla ve bir solukta o kadar çarpık şeyler, o kadar canice işlenmiş cinayetler anlatırdı ki şaşırırdım. Çarpık şeylerin ve canice işlenmiş cinayetlerin varlığına değil, onun bunları anlatırkenki soğukkanlılığına. Ürperirdim. Nasıl da su içme rahatlığında anlatırdı. Elinde çatalı: “Ay sen tut, kadını öldür sonra da evin bahçesine göm. Gömmekle kalma, gömdüğün yere elma ağacı dik karısı elmayı çok seviyor diye.” Gözüm çatalının hareketlerine takılı kalırdı. Acemi bir orkestra şefi gibi olurdu hareketleri. “Yaa işte böyle, komşuları anlamış elma fidanına sarılıp sarılıp ağlarken. Haber vermiş polise. Neyse biraz daha pilav ister misin hayatım?” Sizce? Biraz daha pilav ister miyim?

İşten geldiğim bir gün kapıda beni kocaman gülümsemesiyle karşıladı. İçeriden sızan kokuda bir değişiklik sezdim. Elimi yüzümü yıkayıp çantamı bırakmak için çalışma odama girdiğimde. Çalışma odama girdiğimde. Çalışma odama girdiğimde. Çalışma odama girdiğimde. (Takıldı, kapatıp açalım.) Çalışma odama girdiğimde kilimin yerde olmadığını fark ettim. Tam S’ ye sormak için harekete geçmiştim ki göz göze geldik. Zaten kapının oradan beni izliyormuş. Sağ tarafına yaslanmış, yüzünde yayvan gülümseme. Dudaklarının bitiş yerlerinde bu sefer o çukurluk oluşmadı. Küpeler de zaten aslının taklidini yaşatmaya çalışan iki ucube. “ Üstüne meyve suyu döküldü, ben de halı temizlemeciye verdim, amaan geri getirme dedim adama, satar mısın, evine mi götürürsün dedim, zaten eskimişti, böyle daha iyi oldu, neyse ay ne söyleyeceğim dünkü dediğim adam hapishanede olay çıkar...bla bla...bla bla...bla bla...” Bir süre kalakaldım. Anlatmaya devam ediyordu. Susmuyordu. Uğultular. “Hâkim de demiş ki elma fidanı diktiğinden...bla bla bla bla…bla bla bla bla…”

Görüntüler. Çay tepsisiyle annem. Elinde mısır dolu tabaklarla babam. Salonun en güzel köşesini kapmış olan kardeşim. Cemil. Benim adım Cemil. -Bizim bir rahmetli Mithat amca vardı, o da böyle eski eşyalarını seviyordu. Bir gün karısı sen tut Mithat amcanın eski paltosunu sat eskiciye. Adam bunu öğrenir öğrenmez küt diye gitti yaa. Hey gidi hey.

Babam. Ben bu Cemil’i çok seviyom yaa.

Annem. Nesini seviyorsun? Karısına yazık değil mi? Ah Sevim, kurban olurum seni yaratan Allah’a ben.

Kardeşim. Susun yaa Halis geliyor. Abadi’ye bakın hahaha. Koku. Annem, babam, kardeşim ve ben. Bin dokuz yüz doksan yedi.

“Adamı da tutmuşlar başka cezaevine sevk etmişler. Hadi yemek hazır, en sevdiğin yemeği yaptım, kuru fasulye, pilav, yanına turşu.”

(Buraya bir Uygur masalı geliyor.)

“ Kocay Batur, günlerden bir gün karısı Ak Bekeş’le kavga etmişti. Kadın en yüksek sesiyle Kocay Batur’a hem bağırıyor hem de eline ne geçerse adamın kafasına fırlatıyordu. -Tengri canımı alsın da kurtulayım! Tengri cezanı versin de çadırında gün görmeyesin! Ahh annem Tapuk-Thagan’ı dinlemedim, okuna yayına kandım! Kocay Batur karısına karşılık vermeden çadırın girişinde öylece duruyordu. Kendisine fırlatılan şeylerden korunmaya çalışıyordu. -Tengri’ye şükür babamdan yadigâr kalkana dokunmadı, diye düşünüyordu ki kadın kalkanı aldı ve yere çaldı. Döndü bir de tekme savurdu kalkana.

Kocay Batur o an karısına şöyle bir baktı. Bir hışımla gitti, kolundan kavradı. Kadın taşlar gibi hareketsiz kaldı. Kocay Batur kadını sarstı ve ünledi: “Madem ata yadigârını yere layık gördün, sen de daim yerlerde kalasın. Yok olasın yok olasın!” Kadın lerzeye tutulmuştu. Kocay Batur kadının kolunu bıraktı. Kadın adamın gözleri önünde toz olup yere yığıldı.

Batur kadından kalan tozları bir torbaya doldurdu. Getirdi obanın orta yerine döktü. Dökerken de ünlüyordu: “ Kim ki ata yadigârına el uzata, ayaklar altında toz ola! Kim ki haddini bu denli aşa, gök çadırın altında karaca rüzgârla savrulup dura! Bu lanet de dünya durdukça dura! Obadakilerin gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Toz savrula savrula dünyayı dolaştı. Derler ki bugün dünyada o tozların uğramadığı ocak, ülke yoktur.”

S’ ye baktım, baktım, baktım. Karşımda durmadan konuşuyordu. Tabakları yerleştiriyor, anlatıyor, anlatıyordu. Kulağında kar taneleri. Ne zarif. Bukleleri sahte, saçı kendisinden kahve. Gözleri kendisinden ela, ışıltısı sahte.

Geldi karşıma dikildi. -E hadi anlat, dedi. Nasıl geçti bugünün?

“Aynı.” dedim, sustum.

Gözlerine baktım. Sonsuz ela. Hani bir tay koşarak geliyor gibi pırıltılı ela. Saçları kendisinden kahve. Bukleleri yalancı.

Küpeleri kulağında. Sizi sahte kar taneleri. Erimiyorsunuz bile. Bir güzellik bir süre sonra yok olmuyorsa o sahtedir. Sahte sahte sahte sahte sahte. (Takıldı, kapatıp açalım.) Evi silmiş süpürmüş, evin kokusunu da silmiş süpürmüş. Seni hoyrat rüzgâr, ne yaptın o kokuyu?

Gözlerine baktım. Gözleri pişman olmayan insanlarınki gibi asi.

İçimin engin yerlerinden sessizce çağıldadım: Yok olasın yok olasın!

Gülüyordu. Gülerken yere yığıldı. Koca bir avuç toz. Küpeler tozun içinde parlıyordu.