Zeynep Şahin
TÜY KADAR HAFİF
Kimileri, diğer insanların bütün o didinip durmalarının dışında bir yerlerde bambaşka bir dinginliği yaşamayı tercih eder. İnsan nereye gitse ruhunda taşıdığı hissi beraberinde götürür. Karşımda duran adamın yüz sene önce veya sonra, herhangi bir zaman diliminde de bu iç huzura sahip olduğuna yemin edebilirim. Adam mı gölü izliyor, göl adamı izlediği için mi adam göle gülümsüyor yahut her ikisi de bakışıyor mu bilinmez. Aralarındaki bağı bozmaktan çekinsem de içimi kemiren merak biraz daha yakınlaşmama neden oluyor. Beni fark eder etmez yüzündeki tebessüm iyice genişliyor:
- Sabahı şerifleriniz hayrolsun delikanlı.
Yakalandığım için mahcup bir gülümsemeyle başımı sallıyorum.
- Size de hayırlı sabahlar ustam.
- Ee. Buyur bakalım. Ayakta durma öyle, dur sana bir tabure getireyim.
- Ben… Kusura bakmayın, yürüyordum sadece. Sizi rahatsız etmeyeyim?
- Yahu devlet dairesi mi burası işimiz başımızdan aşkın olsun evladım? Ben de misafirimi bekliyordum.
Hemen arkasındaki derme çatma kulübeye girdi, bir tabure çıkardı. Birlikte oturup gölü seyretmeye başladık. Birkaç dakika gölün içine doğru uzanan ağaç saçaklarından kopan yapraklara dikkat kesildim. İkimiz de tek kelime etmesek bile tanıştığımıza memnun olacaktık gibi geldi bana bir an. Sonra kendimizden, hayatın akışından yavaş bir sohbete girdik. Bu kır saçlı, yelekli babacan adam konuşurken bir yandan da ara sıra kulübesine girip çıkarak çıkardığı birkaç malzemeyle bize minik bi sofra kuruyordu. Herhalde bir hediye olmalıydı bu rastlantı bana.
- Çay biraz demini alsın. Karanfil de attım bi iki tane içine. Sever misin?
- Fark etmez usta, her türlü severim.
Hemen ötemizdeki ağacın dalına mavi kuyruklu bir kuş kondu. Allahım bu ne hoş bir renk. Ben bayılıyorum, usta bana bakıp gülüyor.
- Saksağan bu. Kimileri vefalı hayvan der. Hayvancağız vefalı mıdır değil midir; onda vefa aramak akıl işi midir bilinmez.
O sırada ustanın telefonu çalmaya başladı. Saksağan ürktü, uçtu. Yeleğinin cebinden antika denebilecek telefonunu çıkarıp bana başıyla işaret edip kulağına tuttu.
- Ve aleyküm selam. İyiyim Salih, buyur bakalım. Ek reaktörler devrede mi? Piston akışlı reaktör mü kullanıyordunuz? Tamam. Reaktör egzotermi yaparken içinde belli noktalarda aşırı sıcaklık olabilir. Yok yok, endişelenme. Ben yine uğrarım yanınıza istersen bakmaya. Tamamdır. Allahaısmarladık.
Şaşkınlıkla söylediklerini dinliyordum. Karşımda duran bu ulvi, kendi halinde kulübesi olan bu adam, kimdi?
- Kusura bakma, emekli olalı çok olmadı bazen arada hala arayıp soruyorlar.
- Estağfurullah. Ne işle uğraşıyordunuz usta?
- Kimya mühendisiydim. Epey iş yaptık zamanında. Bir de futbol oynardım eskiden. Şimdi dinçsem o antrenmanlara borçluyum. İzlemeyi pek sevmem ama futbol oynamayı pek severim, sporun her türü öyle.
- Ne güzel. Ben de okulun basket takımındaydım birkaç sene önce. İyiydi. İyi geliyordu bana.
- Sonra ne oldu?
- Nasıl?
- Bir ara iyiydin. Peki sonra ne oldu?
(Birikmiş nefesimi verdim.)
- Ne bileyim usta. Hep içimde taşıdığım bir anlamsızlık, dünyaya atılmışlık hissi vardı. Hayatımdan yüzler çekildikçe sanki bu his daha da güçlenmeye başladı. Durduramıyorum. Çevremde insanlar, görevler, uyulması gerekenler olunca unutuyordum bunu. Artık başbaşayız.
- Anlam, işte burası evladım. Anlam seninle birlikte yürüyor. Sen bir anlamı olduğunu düşündüğünde olur, düşünmezsen olmaz. Sen anlam yüklemeye çalıştıkça büyüyecek.
- Doğru.
- Buraya bir kıssa çok yakışırdı değil mi? Göl. Tuhaf yaşlı adam. Bilge birkaç söz. Ben de senin için şimdi hikayeler arasından en güzelini anlatmak isterdim. Fakat şu anda sana anlatmak istediğim hikayeyi daha önce okumuş değilim. Bir şekilde başlasam sonunu bulamayabilirim.
(Birlikte güldük.) Konuşmaya devam etti.
- Aslında benzer düşünceleri paylaşmışız zamanında. Ben yalnızca bu şekliyle kabul ediyorum artık. Bir daha karşıma çıkamayacağı ihtimaline karşı görebildiğim güzelliklere dikkat kesiliyorum. Buradan kurtulmak yerine, buradan ayrılmadan önce anılarımın tadını çıkarmaya çalışıyorum.
Onu başımla onayladım. Gözlerimde hayranlık, saygı ve yakınlık var.
- Söyledikleriniz gerçekten çok hoşuma gitti. Umarım benim için de mümkün olur.
- Peki evlat ben de sana bir soru sorayım. Sence bu dünyaya hissetmek için mi geldik, yoksa bilmek için mi? Bu ikisinden hangisi bizim gayemiz?
- Bilemiyorum. Nasıl bir bilmek?
- Dünyaya dair her şey. Bilimsel yahut metafizik olabilir. İstidadının olduğu konuda bilgi sahibi olmaya, burayı keşfetmeye mi geldin; yoksa en uç olaylardaki duyguları hissetmeye, sevmeye, kaybetmeye, var olma ve yok olma hissini tatmaya mı?
- Çok zor bir soru. Düşünmek istiyorum.
- Düşün düşün. Bayağı oldu bu soru aklıma takılalı, ben bulamadım hala.
Bana bir yanıt vermesi için göle baktım. Bir saksağan kuşu daha kondu az ötedeki ağaca. Biz bir yanıt ararken sanki göl de bizi izliyordu. Manzaranın bir parçası da bizdik artık.