Ölümün Uykuyu Uyandıran Hoşluğu Ya da Reaktörün Kalbi

Derya Kuru

Derya Kuru

ölümün uykuyu uyandıran hoşluğu ya da reaktörün kalbi

Kara dönek yılanları sıcağında besleyen, gecesi karanlık bir soğuk olan çöl hala yerinde miydi? Kayanın kuma dönmüş hür zerresi, bir sonsuzluk çıtırtısı gibi yayılan çöl. Kendi içinde çoğalıyor ve bir türlü sayılamayandan kurtulamıyordu. Dilimi ısırdım. Kanadı. Gençtim. Geçtim karşısına, izledim onu. Bekliyordum. Sonsuzun bir köşesindeydim. Hayır, gizli değildim. Çöl… Çölde gizlenecek yer yoktur.

İçim bulanıyordu. İçimde, bedenime sığmayan bir şey, tüm ağırlığıyla genişleyince bir damarım çatladı. Kan sızdı. Sadece bir damarım, bir işi çözmeye yetecek kadar kan sızdırabilirdi. Dağlar parçalanıp, büyük kayalar halinde yığılmıştı. Rüzgar, kayaları sıcak sıcak okşuyordu. Bekliyordum. Çay biraz demini alsın. Bekliyordum. Bardağa, kımıl kımıl bir akış yayılsın. Bekliyordum. İçim bulanıyordu. Ek reaktörler devrede. Serinledim. Bir eğilim deviniyordu. Nesneler miydi boşluğun varlığını oluşturan yoksa boşluk muydu nesnelerin varlığını oluşturan? Bu ikisinden hangisi? İkisi de birbirinin varlığını mı oluşturuyordu? Bir fırça darbesi çektim tuvale. Boyadım boşlukları. Çöl. En büyük çölü içimde sakladım. Bir fırça darbesi daha çektim. Boya tuvalin boşluklarına yayıldı. Boynuzlarının kıvrımlarını boyadım. Boya, boynuzlarından yavaş yavaş aktı. Bu narin yuvarlanışı izledim. Çoktandır demini alan çayı yudumladım. Soğuk su olunca sıkça yapardım ama sıcak çayı bir süre neden ağzımda tuttuğumu bilmiyorum. Dilimin ucuna gelip de söyleyemediklerim tekrar dilime varınca, sıcaklığın içerisinde dağıldı. Yuttum. İçime karıştılar. Boğazımdan akan sıcak, nasılsa çatlaktan sızacaktı. Gri bir boşluğa yayılacaktı. Gri ve donuk ama hiçbir zaman serin olmayan. Hiçbir mevsim serin değildi reaktörün kalbi. İçinde ölümün uykuyu uyandıran hoşluğunu taşıyordu. Damarların bu kadar gevşemesine işte bu sebep oluyordu. Basınç yükseliyor, buhar olağandan çok daha yoğun yayılıyordu. Bir fırça darbesi daha çektim. Bir sezgi, daha koyu bir rengi seçti. Fırça, boyanın katılığından kurtulup kirli suda biraz gevşedi. Bir sonraki renge bulanmayı, kirli bir yeryüzünde bekledi. Gecede sessizlikten ve yine sessizlikten başka bir şey kalmamıştı. Pencereyi açtım. Biraz daha sessizlik doldu oda. Neden yukarıdan boyamaya başladığımı bilmiyorum. Aşağı inmek, yukarı çıkmaktan çoğu kez zordu. Bir yokuşu inerken, koşar gibi ama yürür gibi, kalbim ayağımın ucuna düşecek gibi oluyordum. Kulaklarını boyadım sonra. Yüzü olmayan resim beni işitmeye başlıyordu. Seziyordum. Bir şeyin bir şekle bürünmesini beklemek, boyanın, fırçanın, parmaklarımın, zihnimin ve müziğin tınısını beklemek, halden hale geçişleri beklemek, bir gece yarısı büyük bir gürültü beklemek, nefes alıp nasıl vereceğini bilmeden beklemek gibi çeşitlemelerle beklemek ve güm diye düşüvermek gözlere. Koyu, derin, iri gözlere. Nasıl da yorgun bakıyorlar. Şimdi hem işitiyor hem görüyordu. Beni nasıl görüyordu? Fırça elimde, elim havada, gözüm elimde, gözü gözümde bir süre kalakaldık. Gözünden yüzüme bir yaş damladı. Yarı yüzlü bir geyik nasıl olur da böyle yüzüme, böyle sessiz, böyle dilsiz ağlardı. Yüzümdeki ıslaklıkla geri çekildim. Elim boşluğa düştü. Fırçanın bu düşüşte belirsizce nerelere dokunup boyamak zorunda kaldığını, boyamak denmese de dokunmak zorunda kaldığını bilmiyorum. Beni görüyor musun? Beni duyuyor musun? Cevap vermesini beklemek saçma. Henüz ağzını boyamamıştım. Dişlerini dizmemiş, burun deliklerine sokacak dilini, henüz dillememiştim. Dünya ne tuhaf yerdi. Dünyada durduk yere bir geyik resmi boyamak da neyin nesiydi. Halbuki boya yapmak ne kadar olağan bir şeydir. Ne var ki bundadır? Kapanmayacak ve uyku tutmayacak gözleri ile yarım yüzlü bir geyik ek reaktörleri devre dışı bırakıyordu.

İçim bulanıyordu. Bekliyordum. Bedenime sığamayan şeyle yaşamak kolay değildi. Pencereden birden gelen rüzgar da sessizce odayı dolandı, geyiğin yarım yüzüne dokunup uzaklaştı. Öylece ayakta bekliyordum. Kıpırdamak diye bir şey yoktu. Hiç olmamıştı henüz. Reaktörden yayılan buhar, bir damla haline dönüşmüş, yarım yüzün gözlerinden yüzüme düşmüştü. Nemli gözlerine bir daha bakabilme cesareti gösterdiğimde, dünyanın gözlerinin içinde döndüğünü fark ettim. Beni bu döngüye dahil eden büyük bir fırça darbesi ile uyandım. Çöl. Ufalandım. Bir su damlasına dönüşene kadar ufalandım. Fırça maviye bulanmıştı. Dilsiz geyik, çölü çevreleyen denize atlamıştı. Bir hoşluk yayılmıştı etrafa. Nesneler boşlukta, boşluk da nesneler arasında yitip gitmişti. Türbinler paslanmış, kontrol çubukları parçalanmış, jeneratörler patlamış, mekanizma çökmüştü. Geyik susamış, reaktörün kalbisutoplamıştı.