Fırtına

Elif Ezgi Bektaş

Şiddeti gittikçe artan bir öfke var dışarıda; yastığımı, yorganımı, düşlerimi, kâbuslarımı yağmalayan bir düşman var, sesini duyuyorum. Patır kütür cama düşüyor yağmur taneleri, zar zor bulduğum sakinliği de ellerimden alıp götürüyorlar. Bu dört duvar yetmezmiş gibi bir de uykumun zırhını delip beni savunmasız bırakan o uğultuya mahkum oluyorum. Hışırdayan koca ağaçlardan biri sanki penceremin parmaklıklarını söküp atacak ve dışarıdaki fırtınayı tüm cümbüşüyle bu küçük odanın içine dolduracak. Sanki, bu hiddetli fırtına beni bulup, boğup, bulunduğum beton yığınına gömüp öyle gitmeyi hedefliyor adadan. Ve sonunda buldu da. Boğuyor da. Peki ya ne zaman gömecek, ne zaman gidecek, ne zaman dinecek?

Fırtına diner mi? Yağmur durur belki, deniz sakinleşir, rüzgâr geri çekilir ama bu durgunluk aldatıcı değil midir? Elbette aldatıcıdır. İnanma. Fırtına dinmez, her gün sil baştan kopmaya başlar insanın içinde. Benim içimde. Her gün yeniden başlar o fırtına ve yeniden yaşanır o gün, her anıyla, her detayıyla. Dakikası dakikasına… Ocaktaki su kaynamaya başlar yeniden, oğlum bağırır "kahvaltı hazır mı" diye, sonra telefonum çalar. Çay biraz demini alsın, geleceğim, deyip çıkarım evden; tepeme dökülen yağmur, yüzümü tokatlayan rüzgâr ve arabaların korna sesleri, hiçbiri çeviremez artık beni yolumdan. Aynı gün tekrar tekrar yaşanır böyle, kafamda, her gün, yeniden baş gösterir o fırtına, ruhum her gün yeniden bölünür binbir parçaya, oğlum her gün bekler beni odasında. Ve ancak yorulunca, duvara yansıyan gölgeler anlamsızlaşıp bedenim gecenin koynunda bir sakinliğe düşünce duyulmaz sesi içimde kopanların. Uykuya sarılmanın o bir damlacık huzuru yaşatır beni, nefes aldırır, öldürmez bu odada. Ama şimdi… Ne içimdeki ne de dışımdaki fırtınadan kaçmak mümkün. Şimdi ne düşlerimde koşabilirim ne de bu odada. Şimdi bütün fırtınalar bu odada.

Acil durum olsa gerek, duvardaki kırmızı ışık yanıp sönmeye başlamış, hapishanenin alarmları ötüyor. Kaç yıldır buradayım ilk defa böyle feryat eden alarm duyuyorum. Sahi kaç yıldır buradayım? Bu soruyu cevaplamak için yılları saymayı ne zaman bıraktığımı bulmam gerek. Ancak bulsam da bir önemi olacağını sanmıyorum. Çünkü ölüm beni özgür bırakana kadar burada kalacağımı biliyorum ve bu yetiyor yaşama olan umudumu köreltmeye; günleri, ayları ve takvimleri görmezden gelmeme yetiyor. Askıya alınmış hayatımın kaldığı yerden devam edeceği, oğlumun yüzündeki gülümsemenin gelip beni tekrar bulacağı günün hiç yaşanmayacağını bilmek, birçok şey gibi beklentilerimi de alıp götürüyor benden. Geriye koca bir boşluk kalıyor, arasında sıkıştığı duvarların şeklini almış bir cisim oluveriyorum. Sağa sola uzayamıyorum, büyüyemiyorum, taşamıyorum kalıbımdan, gün geçtikçe daha da küçülüyor ve köşedeki dolaptan farksız bir hâle bürünüyorum. Bazen yataktan bile hareketsiz kalıyorum, bazen duvardan bile sessiz oluyorum. Durup durup akan suya özeniyorum. Musluktan akıp kanalizasyona, oradan da denize kavuşan suyun özgürlüğüne; pis suyun bile koca denizin içinde kaybolmasına, arınmasına özeniyorum. En çok da öfkeli, eğlenceli veya geveze mahkûmlara imreniyorum; içlerinde hâlâ hayata tepki verebilecek bir insan barındıran o katillere. Paramparça ruhlarını bir arada tutmayı başaranlara, aldıkları nefesin hâlâ hakkını vermeye çalışanlara ya da çaldıkları nefesin kefaretini ödediğini sananlara, içlerindeki sesi değil dışlarındaki sesi konuşturanlara, düşüncelerinde hapsolmayanlara, benim gibi olmayanlara, vicdanına cesurca cevap verenlere… Ve duymayanlara... Alarmı, fırtınayı, bağıran gardiyanları ve tüm dünyayı doğuştan sessize almış olanlara özeniyorum.

Bu ses, bana polis sirenini hatırlatıyor. Duymak istemiyorum. Dışarıdaki bağırışlarda tanıdık bir korkunun izleri var. Bu izleri kafamdan atamıyorum. Acaba gardiyanlar neden korkuyorlar, diye soruyorum kendime. Zemin kata su dolmasından mı? Çatının başlarına yıkılmasından mı? Yoksa fırtınanın bu koca hapishaneyi yerle bir etmesinden mi? Sıradan cevaplar aradığım ama yanıtını içten içe bildiğim sorular birikiyor. Kapının ardındaki telaşlı ayak sesleri artıyor. Ana reaktörde arıza çıktı diyen bir gardiyan var. Eğer sistem çökerse kimseyi zapt edemeyiz diyen başka bir gardiyan daha var. Konuşmalarını duyan birkaç mahkum cevap veriyor onlara. Bu kaynayan kazanın dibine çökmüş olan ben, kapıdaki sürgüden takip ediyorum olanları. Koridorun beyaz ışıkları gidip geliyor, bloktaki herkes telsizden gelecek haberi bekliyor. Demir kapılara vuruyor bazı mahkumlar, bağırışlar, çağırışlar, kahkahalar yükseliyor. Ve telsizden gardiyanlara blokta kalın emri geliyor. Ardından bütün ışıklar sönüyor, ne oldu, şimdi ne olacak diyen meraklılar var, ay ışığı kapının kilidine vuruyor, tık, diye bir ses duydum sanıyorum. Tık, sesleri birbirini izliyor. Sağ yanımdaki hücrenin kapısı açılıyor, koridorun karanlığına teker teker açılan kapılar içlerindeki tutsağı özgür bırakıyor.

Kadınlardan biri gardiyanları tutun, diye haykırıyor. Rüzgar, dışarıdaki silah seslerini yanı başımıza taşıyor. Kargaşayı fırsat bilip adaya yayılan onlarca mahkum var, bu küçük adadan gerçekten kaçabileceğini düşünen yoktur ama belli ki birileri fırtınada koşmayı, çamura batmayı, hatta şu hırçın denizin dibini bu beton yığınına tercih ediyor. Bazılarıysa yıllardır dizginlemek zorunda kaldığı canavarı doğaya salıyor. Bazıları kanın kokusunu alıyor. Biliyorum, birileri eğlence kovalıyor, birileri kaos. Daha dün kapımda bekleyen gardiyan belki bugün katil oluyor. Dün mahkum olan bugün özgür kalıyor. Daha özgür bir ölüm için mücadele ediyor herkes ama en nihayetinde hepsi bu adaya mahkum oluyor, bu ada ise dinmeyen bir fırtınanın esiri. Şimdi elim bir cesaret kapıyı açsa ve ben de karışsam bu gürültülü karanlığa, özendiğim her şey olabilir miyim? Mesela su olabilir miyim? Yağmur akıtır mı pisliğimi, deniz yıkar mı ellerimi? Ruhumun parçalarını birbirine dikebilir miyim? Bir umut, fırtına geçene kadar saklansam, şansım da yaver gitse, bir kayık bulsam, evime dönebilir miyim? Oğlum hâlâ onaltı yaşında mıdır? Çay, demini almış mıdır?

Elime o şeyi hiç almamış gibi davransam, yeşil ışıkta karşıdan karşıya hiç geçmemiş gibi, evden yalın ayak çıkmamışım ve telefonum hiç çalmamış gibi. Belki de bunca yıllık mahkumluğum bir masumiyet gömleği biçmiştir bana. Ve üstüme bol gelen o gömlekle çıksam dışarı… Belki de beni gömmeye değil, özgür kılmaya gelmiştir bu fırtına. Kendi ayaklarımla çıkıp gitsem buradan, en kötü ihtimalle adanın bir köşesinde ölüp kalırım. Fakat göğe bakarak kapanır gözlerim, belki oğlumun kokusunu anımsarım. Bu son, hak edilmiş bir son mudur benim için? Gitmek ve kalmak... Bu ikisinden hangisi? Hangisi vicdanımı alaşağı edecek kadar kuvvetli?

Burada kalmak yıllar önce seçtiğim bir yolun sonu, gitmekse şu an seçeceğim yeni bir yol benim için. Yeni bir yolda yürümeyi hak edecek kadar kaldım mı burada bilmiyorum ama elim kapıyı itmek istiyor. Bunu yapamam. Hak etmediği hâlde özgür kalan biri yüzünden girmişken buraya, şimdi ben, hak edilmemiş bir özgürlüğe sahip olamam. Elim kapıda. Yine de istediğim an çıkabileceğimi bilmek, ufak da olsa özgürlüğü tattırıyor bana. Ama damağımdaki bu tat, bununla yetinemiyorum. Gitmek istiyorum. Bu hücrede tekrar tekrar aynı günü yaşamak istemiyorum. Gideceğim. Bu karanlıktan çıkacağım. Aydınlığa koşacağım. Ve aydınlık! Bu kadar çabuk mu? Sadece yeltenmek bile yetti mi? Aydınlık doluyor odaya. Bir anda, hücrem, koridor, tüm blok aydınlanıyor. Açık kalmış bir telsizden hapishane müdürü sesleniyor; ek reaktörler devrede.