Bebek arabasının arka tekerleklerini havada tutmaya çalışırken hanımın müzik yayınına karışan sesini duymaya çalışıyordum. Bu çok önemliydi, yani ihtiva ettiği konulardan ayrı olarak hanımın bana bir şeyler söylemesi. Dünyada bir ölümün, bir de eşini dinlemediği ortaya çıkmış erkeğin çaresi yoktur. Zaten burada bulunmamız da geri kalan diğer sorunların çözümüyle ilgiliydi. Yürüyen merdivenin, ön tekerlerin altındaki demir basamağı düzleşince, arka tekeri yavaşça aşağı saldım.
-............. yonca alalım gelmişken, dedi.
Ah kafam! Kabarık damarlı protein kumkumasının boks makinesindeki yumruk şovuna bakarken Esra’yı duyamadım. Şimdi “ne dedin?” diye sorsam azar işitirim, sormadan tamam desem, bu bana altın yoncaya patlar.
-Gürültüden duyamadım, ne dedin? Galiba o da beni duymadı ya da kararlarının sorgulanmasını istemediği için duymazlıktan geldi.
-Aslında eşine, çocuğuna zaman ayırmıyorsun derken kastettiğim şey birlikte aktivite yapamamak değildi. Aklına direkt avm’ye gitmenin geleceğini tahmin etmiştim ama. Sürekli çalışıyorsun, meşgulsün, sadece maç izlerken mutlus…
-Maç demişken, fazla geç kalmasak iyi olur, Juventus’un maçı var saat dokuzda.
-Neden bir pazar gününü tümüyle bize ayırmayı denemiyorsun? Esra bir şeyler anlatırken nedense, bu konuşmayı Haydi Park’taki Spikırs Korner’da yapıyormuş gibi hissediyorum.
Bebek arabasının gidonunu Esra’nın arkasından oyuncak mağazasına doğru kırıyorum. Lateks eldivenli bir satış görevlisi peşimize takılıyor. Esra’nın ilgilendiği şeylerle ilgili bilgi veriyor:
-Sıfır üç yaş grubu için oyun tableti. Bebeğinizin zihinsel, motor, el becerilerini geliştirmek için tasarlanmış bir ürün. Çocuğunuzu rahatlıkla bu tablete emanet edebilirsiniz.
Tezgahtar bayan tıpkı Esra gibi konuşuyor, inanarak ve soluk almadan. Esra tezgahtar bayanı tıpkı benim Esra’yı dinlediğim gibi dinliyor, tek kelimesini kaçırmamaya çalışarak ve oldukça temkinli. Önde rehberimiz tezgahtar bayan, arkasında Esra, peşi sıra biz bütün mağazayı dolaşıyoruz.
-Cihat, sence bu ikisinden hangisi? Ellerindeki oyuncak kutularını iki yana sallıyor. Yüzlerce seçeneği ikiye indirmeyi başarıyor, ama beğenisini eşit şekilde paylaşan iki şıktan birini seçme salahiyetini bana bahşediyor. Girdiğimiz bütün mağazalarda varlık gösterebildiğim tek konu bu, elemelerden geriye kalan son iki üründen birine oy vermek.
Oyuncak mağazasının karşısındaki sarraf, Esra’ya az önceki fikrini hatırlatmış olmalıydı.
-Şuradan bir yonca alalım.
-Ne yoncası?
-Ne demek ne yoncası, Sarp’la Emine’nin bebeği için dedim ya. Sen beni dinlemiyor musun? Aklın hep başka yerlerde.
-Esracığım ben bir muhasebeciyim ve ay sonunu getiremeyen bir muhasebeci hiçbir yerde kaale alınmaz. Üstelik Sarp’la Emine’nin bebeğinin doğmasına daha üç ay var.
-Üç ay sonra altın fiyatları uçsun da görürüm ben seni muhasebeci bey.
Esra haklıydı, daha doğrusu ben haksızdım. Her sadmeden bu şekilde çirkefleşerek sıyrılmaya çalışmayı esnaflardan öğrenmiştim. Halbuki yapmam gereken tek şey, daha ekonomik bir hediye almayı önermekti.
Böylece sarrafı teğet geçip Elki Vaisisi’ye girdik. İçerisi çok kalabalıktı, Zaz’ın “jö vo”su çalıyordu ve Esra’nın buraya girmekle murat ettiği tek şey, fiyat-performans skalası için ibret göstereceği bir orijin belirlemekti: “Ama hayatım bak elki’deki fiyat bile bu.” Nasıl olsa burada dolaşmak dışında yapacağımız bir şey yoktu. Her baktığımda bana değil de annesine benzediği için şükrettiğim yavrumuzu Esra’ya bırakıp Dienar’a geçtim. Esra arkamdan seslendi;
-Çoluk çocuğumuzun rızkını kitaba verme. Dienar’da üç al iki öde kampanyası vardı, ayriyeten Can Yayınlarına ait seçili kitaplar 7.90’a düşmüştü. İndirim standındaki kitapların her birinden bir tane aldım, ücreti temassız geçtim. Geldiğimde Esra merdivenlerin başında burnundan soluyordu. Kendime vakit ayırırken her zaman bunu fazla abarttığımı söylüyordu yine. Yorulmuştuk, çay kahve bir şeyler içmeyi önerdim. Sonrasında yemek yerdik. Filmin de saati yaklaşıyordu.
-Önce yemek yiyip, sonra bir şeyler içelim, dedi.
-Yalvarırım burger yemeyelim.
-Tamam tamam, pideciye gidelim.
İkili menülerden sipariş ettik. Buraya sorunlardan uzaklaşmak için gelmek istemiştim. Esra’ysa sorunların yok sayılmasını değil, konuşulup halledilmesini istiyordu:
-Mesela bana eskisi gibi şiir yazmıyorsun.
-Bunu sana açıkladım, artık hikaye yazıyorum.
-Sanki birileri şiir yazmanı yasaklamış gibi davranıyorsun. Beni şiirlerinle fethetmiştin hatırlamıyor musun?
-Evet ama o günlerden bugüne çok şey değişti. En başta medeni halimiz, bekarken şu an evliyiz. Değişim olurken yeni kararlar almam çok normal değil mi? Hikaye şu anki halimiz için çok daha müsait.
-Neyse ne. Sanırım değişen şeyler beni çok yıpratıyor, deyip uzaktaki boş masalara çevirdi başını.
Çocuğumuz, ki adı Ethem (Esra dedesinin adını koymak istemişti) huysuzlanmaya başlamıştı. Arabadan çıkarıp, kucağımda pışpışlamaya başladım. Arkamızda onu her zaman teselli edebilen makinelerle dolu bir oyun parkı vardı.
-Biz biraz oynayıp gelelim.
Üzeri cırtlak renklerle süslü füze simülasyonuna bindik. Jeton satan görevli çocuk, bağladığımız güvenlik kemerini kontrol etti.
-Evet hazır mıyız? Cevabı beklemeden devam etti: Uçuş için son üç saniye. Etrafımız sisle doldu. Kapı kapandı. Füze sarsılmaya başladı.
-Ek reaktörler devrede. Hazır, diye bağırıyordu görevli çocuk. Anlaşılan simülasyonun misyonunu tamamlamaktan çok, diğer müşterilerin ilgisini bu oyuncakta toplamak istiyordu. Neyseki Ethem epey eğleniyordu. Kırk beş saniye dolunca açılan kapıdan sis duvarını dağıtarak çıktık.
Pidecideki masaya tekrar oturduğumuzda, çelimsiz, basit giyimli bir genç geldi:
-Afedersiniz, karnım biraz aç da bir dilim pide verir misiniz?
-Tabi buyurun, istediğiniz kadar alabilirsiniz.
Esra gence belli etmemeye çalışarak “çocuk aç, ona da bir şeyler söyleyelim,” dedi. Masadan kalkıp gence,
-Gel, dedim, sana bir şeyler alalım.
-Yok abi, zahmet etmeyin lütfen, dedi mahcup bir şekilde.
-Lütfen kabul edin, dedi Esra. Genç boynunu eğdi. Cüzdanımı çıkarıp adım atarken,
-Pardon bu bir sosyal deneydi, dedi gülerek. İnsanımızın muhtaç birine ne tepki vereceğini test ediyorduk. Şuradaki kameraya el sallayın. Kasa tarafında bir başka genç telefonuyla bizi çekiyordu. Çekim yapan gence anlamlı olmasına özen gösterdiğim bir bakış atıp yerime oturdum.
Kalkarken bir gürültü koptu. İlerdeki masalardan birinde oturan tayfa sosyal deneyci genci dövüyordu. Tayfadan biri kameraman gencin peşine verdi.
Çayı biraz hava almak için, avm'nin önündeki meydanda, minibüslü seyyar çaycıda içecektik.
-İki çay alabilir miyiz?
-Abi az bekletsem sizi, yeni demledim, çay biraz demini alsın. Çok zamanımız yoktu. İki tane oralet istedik.
Esra telefonundan sinemanın haftalık film gösterim programını açtı. Alt alta iki filmin afişlerini büyütüp ekranı bana çevirdi:
-Bu ikisinden hangisi? Üstteki afişte sırt sırta vermiş bir kadın bir erkek (filmin adı: Asıl Hikaye), alttakinde de hiçbir anlam verilemeyecek bir kalabalığın ortasında uzaklara bakan bir çocuğun (bunun adıysa: Sam İçin’di) resmi vardı. Anlamlı bir karar vermiş gibi üstteki görseli işaret ettim,
-Bu.
Girdiğimiz, birbirini çok seven, fakat bazı ufak sorunların üstesinden gelemeyen bir çifti anlatan bir yerli filmdi. Esra film izlerken uyudu. İnanabiliyor musunuz, uyudu ve ben nedense zafer kazanmış gibi mutlu oldum bu durumdan. O kadar mutluydum ki,
-Seçtiğin diğer filme de girelim, dedim. Uyuduğu için mahcup gözükmüyordu.
-Ya ben çok yorulmuşum, senin de maçın yok muydu?
-Salla ya maçı, dedim. Hadi izleyelim onu da.
Bu film de evlendikten sonra hayata farklı yönlerden bakmaya başlayan ve artık eskisi kadar bir araya gelemeyen bir çifti anlatıyordu. Bu zamana kadar boşanmamalarının sebebi tek çocukları Sam’di ve Sam’in varlığı kadın için giderek gerekçe olmaktan çıkıyor, aksine babanın boş vermiş tutumundan dolayı boşanmak için bir sebep olmaya başlıyordu. Esra filmi gözünü kırpmadan pürdikkat izledi. Arada filmden çıkarılması gereken dersleri bana ters ters bakarak gözleriyle okuyordu.