Heybesini indirdi omzundan. Zeytin ağacının dibine oturdu. Saim’in verdiği romanı çıkardı. Geçen gece on sayfa okuyabilmişti. O on sayfayı bile çok sevmişti. Belki de fazla seçeneği olmadığındandı. Gerçi “Bunu da okumalısın.” deyip yenisini tutuştururdu eline Saim.
Hayvanlar etrafa dağılmıştı bile. Şöyle hepsine bir göz attı. Hiçbiri çok uzaklaşmamıştı. Sol omzunun üzerine doğru yattı. Heybesini top yapıp başının altına koydu. Heybesinin kumaşı yanağına battı. Sol elini yastık yaptı, diğeriyle kitabı tutuyordu. Sayfaları çevirirken kitabı toprağa koyuyor, sağ eliyle çeviriyordu. Ama tedirgindi, kitaba bir zarar gelse…
Öylece ne kadar okuduğunu bilmiyordu. Birden bir haykırışla kendine geldi:
“Halil! Ah ulan ah! Fasulyeler bitti deyus! Ben ne yapayım şimdi seni!”
Sayfanın ucunu bükmeden panikle heybesinin üzerine koyup bir asker gibi dikildi.
“Ne oldu Mehmet Amca?” Gözleri etrafta hayvanları aradı. Gözlerinin tarama işi biter bitmez alnına bir şaplak atıp “Eyvah! Deme amca deme!” diye bağırdı.
“Daha bir şey demedim…” cümlesini bitirmeden durdu. Yere takılmış gözleriyle devam etti: “Uyumuyo muydun sen? Kitap mı okuyodun?”
Halil başını öne eğdi. Elleri bağlı öylece duruyordu. “Evet.”
“Yaban mı o? Ben de okuduydum geçen yıl. Saim’den aldın di mi?”
Mahcubiyeti geçmemiş olan Halil biraz da şaşkınlıkla: “Babama söyleyelim zararın ne ise ödeyelim Mehmet Amca.” diyebildi.
“Gel, gel de gör ne yaptı sizinkiler, gel gör.”
Birlikte ilerlediler. Tarlanın etrafındaki çitlerden 5-6 tanesi yere düşmüştü. Halil manzarayı görünce ne diyeceğini bilemeden iki eliyle ağzını kapadı. Keçiler 20-25 metrekarelik alanda resmen tepinmişti. Bütün hayvanlara bağırmak istedi. Ne diye bağıracaksın salak, sen yat kitap oku, hayvan da aman buraya girmeyeyim, fasulyeler zarar görür mü diyecek…
“Ne desen haklısın. Söyleyelim babama da…”
“Sus sus haydi. Kitap okuyomuşun dua et. Getirdim seni, göresin bir dahakine daha dikkatli olasın diye.”
“Olmaz mıyım? Ders oldu bana. Kitap mitap okumam artıkın.”
“Oku oğlum. Oku kitabın sen. Amma gözünü bu hayvanceğizlerden de ayırma. Akıl mı var onda ne bilsin.”
“Ver elini öpeyim.”
“Öp bakalım. Şu seninkileri arkaya topla da az sohbet edelim. Yengenin sıcak çorbasından içersin hem.”
Hatice Yenge sanki olanlardan habersizdi. Misafirini ağırlamak için çırpınıyordu. Halil yerin dibine girse de çıkmasa diye düşünürken kaynar çorbayla ağzını, boğazını yaktı. Ses çıkarmadı ama acısı yüzünden anlaşılınca aceleyle ayran koyuldu önüne. Serin serin içti. Gözleri doldu birden. Bir de Almanya’ya gitsem diyorum. Bırak buranın toprağını da asıl insanını nerede bulurum ben... Kaşığı elinde öylece daldı.
“Üzülme artıkın. Size bu sene fasulye hediye etmeyiz olur biter. Siz de belki bize daha çok elma verirsiniz, yengen sirke yapar. Değil mi ya?”
“Öyle tabii. Haydi ye.” diyerek biraz da bulgur pilavı koydu yenge.
“Biz baban ilen kardeş gibin büyüdük biliyon. Ama sonra ona bi hâller oldu asker oldu çıktı ya zaar ondan sonra pek bi böbürlendi. Bakma ben yine severim onu. O bizi beğenmez.”
“Öyle deme amca. Ben sizin anılarınızla büyüdüm valla. Babam pek bir sever seni. Kan kardeşmişsiniz ya. Ama onun huyu öyle biliyorsun. Kaç kez başımı okşadı sorsana bana?”
Sanki kendini acındırır gibi ne öyle… Oturup ağlasaydın bir de. Ama doğru söyledim işte. Adamın fıtratı bu, daha nasıl anlatacaktım ki…
Mehmet Amca, Halil’in omzunu sıkmakla yetinmişti. Bir bardak suyu iki kerede başına dikip arkasındaki çekyata yaslandı:
“Seni de asker yapmak istiyomuş. Sınavlara gircekmişin.”
“Evet.”
“İstiyon mu?”
“Bilmem ki. Burada çobanlıkla ömür geçirirsem ne uzarım ne kısalırım. Öyle ekili bağ bostan da yok bizim. Bir elma ağaçları var. Para kazanmak zorundayım.”
“Hayırlısı olsun.”
“Artık gideyim ben. Hayvanları topla et derken eve varmam akşamı bulur.” Ayağa kalktı. “Bir işim olsun da Mehmet Amca ne dilersen dile benden.”
“Tamam oğlum tamam, amma ettin.” Gözünü kırptı. “Hele sen çalış da düşünürüz bi şeyler.” Cesaret verircesine kuvvetlice vurdu sırtına Halil’in. Halil bana mısın demedi. Cılızdı ama dayanıklıydı.
Yenge kapıda durdurdu onları. Elinde iki çift örme çorap vardı. “Seç kızanım. Bu ikisinden hangisi?”
Halil kızardı.
“E seçsene. Yengen elleriyle örmüş, kışın sıcak tutar ayağın.”
Yengenin yüzüne ve elindeki çoraplara bakmadan bir çift çorabı aldı. “Sağ ol yenge. Ellerine sağlık.”
Hızla uzaklaştı bahçeden. Arka tarafta beklettiği hayvanları toplayıp yola koyuldu. Hayvanlar pek usluydu. Bu taraftan gitmek yolunu uzatmıştı. Santralin solundan geçip uzun uzun düzlüğü yürümek sonra bayırı çıkmak yorucuydu. Geçen sene ne karıştıydı buralar. Tozu dumana kattıydı çevreciler. Ee olacakla öleceğe çare yok.
Eve girdi. Çörekler tepside dizilmişti. Anası ocağın başındaydı, son çöreği pişiriyordu. Anasını öpmeye yeltendi.
“Dur oğlum terliyim, elimi yüzümü yıkayayım hele öyle sarıl, öp.”
“Anam senin terinden ne olacak ya.” deyip sarıldı Halil. “Ben banyoya giriyorum ana.” “Tamam sen gir çık. Ben de suyu koyayım. Anca. Çay biraz demini alsın.”
Banyo yapıp çıktığında bahçede yer sofrasını hazır buldu. Anası unlu üzerini değiştirmiş, beyaz yemenisini geçirmişti başına. Elma yanakları, yeşil çekik gözleriyle her zamanki gibi çok güzel ve sevimliydi. O elma yanakları sıkıp yer sofrasına oturdu.
“Babam gelmeyecek miymiş?”
“Yok bölgedeymiş.”
“Hmm.”
“Elektrik kesilecekmiş duydun mu?”
“Yoo duymadım ana, kim dedi?”
“Muhtar demiş kahvede dün. Herkes onu konuşuyo. Duyuru yapçaklarmış akşam.”
“Ne duyurusu?”
“Elektrik kesintisi bize bir şey yapmayacakmış. Şehirden adamlar gelip tamir etcekmiş.”
“Allah Allah.”
“Yukarı Pazar yerinde kablolar mı kopmuş ne.”
“Hiçbir şey anlamadım bu işten ana, dururken kablo mu koparmış…”
“Bilmem.”
Normalde üç taneden aşağı çörek yemeyen Halil bir taneyle yetinip arkasını sedire yasladı. Anası fark etmedi.
Camiden cızırtılı bir ses geldi. Ne dediği anlaşılmayan birkaç cümle söyledi imam. Ses arttı, netleşti: “Beldemizde büyük bir elektrik arızası mevcuttur. Bu akşam saat 10’da kesinti başlayacak. Ek reaktörler devrede. İki gün süreceğini düşündüğümüz kesinti için tüm halkımızı tasarruflu olmaya davet ediyoruz. Halkımızın refahı için çalışmaya devam ediyoruz. Saygılarımla. Belediye başkanı Nazmi Soğutan.”
“Bu neydi şimdi? Elektrik kesintisinden etkilenmeyeceksek ne diye haber veriyorlar?”
“Tasarruflu olun diyolar ya oğlum.”
“Koca santral yetmeyecek mi ana, köyün iki günlük ihtiyacına?”
“Anlamam ki ben.”
“Yarın sabah gidip öğrencem. Ne kablosu kopmuş acaba...”
İki kupa daha çay içip sofrayı toplamak için doğruldu. Anası oturduğu yerde uyukluyor gibiydi.
“Ana sen içeri geç, ben bunları hallederim.”
Artık hava soğuyor. Zaten tüm gün yorulmuş kadın. Hasta olmasın.
Birkaç bulaşık olduğu için çabucak halledip oturma odasına geçti. Anası televizyonun karşısında uyuyakalmıştı. Uyandırıp yatağına gönderdikten sonra kendisi aynı çekyata uzandı.
Sabah uyandığında üzerinde battaniye vardı. Anası sabah namazına uyandığında örtmüştü demek. Çekyatta uyuduğunda hep pişman olurdu. Tüm vücudu ağrıyordu. Hazırlanıp kapıya çıktı. Anası bahçede maydanoz topluyordu. Kahvaltı etmeden dünkü haberin merakıyla kahveye gitmeye karar verdi. Orada çay içerdi.
Kahvede in cin top oynuyordu. Kahveci Ali elindeki gazeteyi bırakıp Halil’e “Hoş geldin.” dedi. Halil tam cevap verecekken Saim arkasında belirdi: “Gençler günaydın!”
Merdivenden çıkıp ilk masaya oturdular. Halil dün başına gelenleri anlattıktan sonra Saim gülerek: “Kitaptan zarar gelmez oğlum, diyorum sana. Bak gördün mü üzerine hem karnın doymuş hem de çorabın olmuş.” dedi. Gülüştüler ama Saim pek keyifli değildi. Normalde de çok okumuş insanların üzerindeki ağırlık vardı onda, düşünceli ve ciddi olurdu ama bugün sıkıntılı gibiydi. İstese bahseder, sormayayım şimdi.
“Abi elektrik kesintisinin sebebini öğrendin mi? Ben bir şey anlamadım.”
“Anlamazsın oğlum. Alavere dalavere senlik bir şey değil. Bunlar, santrali kurmaya kurdu ama baskı yapmaya devam ediyor çevreciler. Eğer köylüyü etkilerlerse dava açılacak belediyeye. Bu kurnazlar elektrikleri kesip reaktörü devreye sokuyorlar ki santralin önemli olduğuna inanalım. Yarın öbür gün çevreciler uyup ‘santral kaldırılsın’a imza atmayalım, santral şart diyelim, dava açılmasın.”
“Abi hiç aklıma böyle bir şey gelmezdi ama bir şey var bunda dedimdi.”
“Bunlar tahmin. Bak gör daha kaç kez elektrik kesilecek.”
“İyi de kurulalı kaç ay oldu neden şimdi bu kesinti?”
“Hemen yapsalardı şüphelik durum kalmaz, emin olurduk. Ayrıca çevreciler belediyeyi Avrupa’ya şikâyet etmişti. Ancak dönüş olmuştur.”
“Deme abi.”
“Öyle abisi. Biz uyanık olucaz avlanmaya müsait olmuycaz. Gerekirse çevrecilerden olcaz. Yoksa ikincisini inşa ediverirler seneye kalmaz.”
Demek ortada bir oyun vardı. Dış güçler, büyük oyunlar gibi… Halil babasından yiyeceği azarı düşündü. Annesi de üzülecekti. En iyisi hiç bulaşmamaktı. Belki bir gün büyük yerlere gelir, büyük laflar ederdi.
Saim müsaade isteyip kalktı. Belli ki santralin oraları kolaçan edecekti. Halil’in cevap vermemesine bozulmuştu.
Halil utandı. Pısırığın teki demiştir of. Asker babası yok onun. Kompleksi bir çavuşun oğlu olmak nedir bilmez. Yargılaması kolay.
Eve gitmeye karar verdi. Yukarı Pazar yerinden dolanıp gidecekti. Şu kesilen elektrik kablolarına bakmak istedi. Kahvenin solundan dönüp ara sokağa girdi. Kestirmeden yokuşu çıktı. Yokuşun sonunda sesler duydu: “Hadi bak işine, bela mısın?”
“Ben vatandaş olarak işime bakıyorum. Sizi kim tuttu, öğrenmeye hakkım var.”
“Çok Amerikan filmi izlemişsin sen. Hişt Hüseyin oğlum çağır şu muhtarı, jandarmayı mı alıp gelir bilmem, gelsin alsın başımdan şu deli herifi, iş yaptırmıyor de.”
Halil yavaş yavaş yürürken birden hızlandı. Saim’e deli denmesine sessiz kalmak istemedi.
Ama Saim nasıl cevap vereceğini iyi bilirdi. Tane tane konuştu: “Düzgün konuş bak. Sana geldim düzgünce soru sordum. İnsan gibi cevap vermedin. Jandarmaya ne diyeceksin? Bu adam bana soru sordu mu?” diyerek üzerine yürüdü adamların.
Adam eliyle yanındakine deli işareti yapıp: “Ben çıkıyorum.” dedi. Kemerini kontrol etti. Direğe tırmanmaya başladı.
Saim birden adamın ipine asıldı. Halil, Saim’i tuttu: “Dur abi ne yapıyorsun? O da emir kulu. Ne bilsin santrali filan.”
Diğer çalışan ise sadece bakıyordu, belli ki bulaşmak istemiyordu. Saim ipe asılmayı bıraktı. Adamsa yukarıya tırmanmaya ve söylenmeye devam ediyordu. Saim ipi tamamen bırakıp: “Bak koçum belediye işlerinde herkes her şeyi bilir. Bu şerefsize ‘kablolara ne olmuş’ dedim cevap vermedi. Bilmiyor mu sence?” dedi.
“Abi muhatabın bu adam değil. Ben de merak edip bakmaya geldim ama kim kesti, ne oldu bilmek, öğrenmek imkânsız.”
Yürümeye başladılar. Saim belki de çaresizlikten öfkeliydi. Sessizleşti. Konuşmadan santrale yürüdüler. Halil’in içi rahat değildi. Bu kez santralde olay çıkacak. Eve gidelim desem sen gelme, ben giderim diyecek.
Santralin önünde iki güvenlik görevlisi vardı. Normalde bir tane oluyordu.
Saim: “Şefinizle görüşmek istiyorum bugünkü kesintiyle ilgili soru soracağım.” dedi.
“Şefimiz müsait değil. İnceleme yapıyor.”
“Tamam elbet çıkacak. Ben şurada bekleyeyim.”
“Boşuna beklemeyin. Bugün vakti yok.”
“Sen sekreteri misin?”
“Hadi bak işine, dön evine kardeş. Sıkma canımızı.”
“Sıkarsam ne olur?”
Halil araya girdi. Saim’in iki kolundan tutup bedenini kendine çevirmeye çalıştı.
“Abi dur. Gözünü seveyim dur. Bekleriz ilerde bir yerde. Hem ne öğreneceksin anlamadım.”
“Gözünün içine bakıcam o herifin.”
“Sırf bunun için mi?”
“Evet.” der demez hızla yeşil alandan betona koştu Saim.
Güvenlik bağırdı: “Dur!”
Saim hızla yürüyordu.
“Dur dedim sana! Dursana!”
Bazılarının canı sıkılıyor diye düşündü Halil. Burada ne işi vardı Saim’in? Tek başına ne yapabilirdi? Kavga mı istiyor bu adam, kahramanlık mı?
Silah patladı. Saim yürümeye devam etti.
Halil güvenliğin dibine girdi. “Yapmayın. Konuşacak, başka derdi yok.”
Silah patladı. Saim yerdeydi. Kahramanlıksa bu eğer, ayağından vurulmuştu.