Kumral Bir Çocuğun Yaz Öyküsü

Sena Çelikçi

Zifiri karanlıktan hallice kapkaranlık, epey yağmurlu bir güne uyandı. Uyanır uyanmaz pijamalarını sıyırdı, kalın yünlü kazağını üstüne geçirdi. Sandalyesinin üstünden montunu aldı ve bir hamlede dışarı fırladı. Aşağıya indi, babasının bakkalına girdi. Babası bakkalın bir rafını kitap ve gazetelerle doldurmuştu. Şaşırdı. Daha evvelinde böyle bir bakkal tipi görmemişti. Ama bunu yapan babası olduğu için çok da garipsemedi. Sordu. Köydeki öğrencilerin bakkala ugradıkça bu rafı görüp kitap ve gazetelerden faydalanabilmeleri için olduğunu öğrendi. Raftan bir kitap indirdi. Rastgele açtığı sayfanın ilk cümlesi şu idi: Kalk, koş, nefes al,değiştir. O günden sonra bu cümle onun sloganı oldu. Kalk, koş, nefes al, değiştir.

Ara sıra dükkana uğruyor, gelen öğrencilerle sohbet ediyor, anlamadığı, henüz okumayı bile beceremediği kitapları kurcalıyordu. Rafları dağıttığı için babasıyla küçük atışmalarının ardından küsüyor, yine kendine slogan ettiği sözünü içinden tekrar edip yaylalara doğru koşuyordu. Her günü yağmurluydu bu şehrin. Her günü bir önceki günden daha ıslak. Yağmur çamur dinlemeden koşuyordu yaylara. Yayladaki evinde kalan nenesinin yanına gidip ondan eski masallar anlatmasını istiyordu. Köyden kaçıp milletin haylazlık ediyor diye söylendiği tek alışkanlığı bu idi. Yaylaya çıkmak. Eski masallar dinlemek. Kalk, koş, nefes al, değiştir.

O bir şeyleri değiştirmeye kalmadan, zannederse bakkaldaki kitap rafından ve dahi içindeki kitaplardan pek bir rahatsız olan polis beyler babasını birgün ansızın tek bir açıklama bile yapmadan alıp götrümüştü. Aylarca babasından ayrı kalıyor olmanın üzüntüsüyle çıktı yayalara. Artık ninesinin yanına da gitmiyordu. Sadece yaylaya çıkıyor. Yağmurun altında uzun uzun aglıyor ve ıslanıyordu. “Bir harf!” diyordu. “Bir harf bir insanı neden bu kadar ürkütür?”

Aylar sonra yüzü gözü çektiği işkenceler sonrası fena halde değişmiş, zayıflamış vaziyette dönen babası köye gelmeden evvel bir müzik dükkanına uğramış ona mandolin almıştı. Daha önce hiç adını bile duymadığı çalmadığı bu mandolini uzun yıllar yanından ayırmadı. Müzik ile tanışıklığı işte tam o vakitlere tekabul ediyordu. Bu defa yaylara çıkıyor, hem ağlıyor, hem gülüyor hem de mandolin çalıyordu. Birkaç yıl sonra elinden hiç düşürmediği mandolinin yanına Almanya’dan amcasının getirdiği gitar eklendi. Bu defa hem mandolini hem de gitarı ile yaylalarda nara atmaya başladı. Kalk, koş, nefes al, değiştir.

Bir gitar edinmiş olmanın imkanıyla müzik dünyası ile iyice haşır neşir oldu. Fakat çevreden gelen “Müzik aç karın doyurmaz” lafları ile mecburen üniversite sınavına girmesi ve bir meslek sahibi olması gerektiği fikrine indandı.Bir yıl sonra İstanbul Üniversitesini kazandı. Yaylalarından, kendi küçük, yağmurlu, fırtınalı köyünden ayrılıp koca bir şehre gitmek onu başta biraz ürküttü. Ancak sonra içinden yine aynı sloganı atıp kendine cesaret yükledi. İstanbul ona işkenceler etti. Yaylada kendine slogan ettiklerini bu defa koca şehirde koca koca topluluklar önünde söylemek canını acıttı. Yine bir gün böyle bir slogan atışların arasında iki polis karşısında belirdi. Ellerini kelepçeledi. Gideceği yer belliydi. “Bir harf!” dedi yine “Bir harf bir insanı neden bu kadar ürkütür?” Altı ay boyunca yaylada söylediklerini işkence odalarında söylemeye devam etti. Hayali hapisten çıkar çıkmaz bir konser vermekti. Hapisten çıkar çıkmaz verdiği konserde kendisine işkence eden polise ve ailesine koca bir selam gönderdi türküleriyle.

Üniversiteden arkadaşlarıyla uzun bir aradan sonra tekrar toplanıp hasret giderdikten sonra beraber bir müzik grubu kurma fikrini ortaya attı. Bu fikir epey sevildi. Uzun yıllar ses getireceğine inandıkları bir müzik grubu kurdular. Her fikirden, her anlayıştan esintilerin olduğu türküler söylediler. Tek bir temaları vardı. İnsan.

Bir gün yine akşam konseri için arkadaşıyla prova yaparken konser alanına gelen polis beylerden biri sahneye gözlerini dikmiş onu ararken yanındakine “Bu ikisinden hangisi?”diye soruyordu. Adamın sesi çok net duyulmuyor olsa da uzaktan bu cümleyi ima ettiği anlaşılıyordu. Sahneden indi. “Beyler beni mi arıyorsunuz?” dedi. Polisin “Evet” yanıtından sonra muhtemelen tekrar kelepçelenip hapse gireceğini düşündü. Ancak öyle olmadı. Polis bey garip bir yüz ifadesiyle konuşmaya devam etti. Bu ifade bir pişmanlık duygusundan mı üzüntüden mi çaresizlikten mi hangi duygudan olduğu belirsiz tuhaf bir ifade idi. Kendisine hapiste ona işkenceler eden ve geçen günkü konserinde “Umarım beni ailesi ile birlikte dinliyordur” dediği polis olduğunu söyledi. Şaşırdı. İleride onları dinleyen çaycıya “Abi! Çay biraz demini alsın. Daha sonra içeriz” dedi. Bu ifade ile “Bizi yalnız bırak.” demeye getiriyordu. Çaycı usul usul olduğu yerden ayrıldı.

Kendisine işkence eden polisle hiç ürkmeden iki delikanlı gibi karşı karşıya geçip uzun uzun konuştu. “Senin işkencen beni öldürmedi. Bak, yaşıyorum. Yalnızca böyle karşıma çıkman yeter, yetti.”dedi. İşkence öldürmedi. Polisin pişmanlığı da ona yetmedi. Ara sıra insanlardan uzaklaşıp yaylaya çıktığı günlerden birinde artık vücudunun iyiden iyiye yorulduğunu ve sloganındaki “Koş ve nefes al” cümlelerine uyamadığını anladı. Koşamıyordu. Bir iki adım sonrasında tıkanıyordu. Derin derin nefesler alıp verdiği bu havası temiz yaylanın üstündeki bulutlar artık karaydı. Birilerinin uzaklardan verdiği “ Ek reaktörler devrede!” emirleri beklenmedik sonlarla sonuçlanmıştı. Bulutlar karaydı. Hava kirliydi. Çaycı abiye biraz daha demini alsın dediği çayın da artık tadı kalmamıştı. O kirli havayı soluyup kirli çayı tükete tükete bir yaz günü ciğerlerine inen radyasyon onu otuz üç yıllık ömrünün sonuna getirdi. Ölümünden birkaç dakika evvel odasındaki radyoda onun söylediği bir türkü çalıyordu.

https://www.youtube.com/watch?v=c6_5OFD1r54

Sena Çelikçi

Yazarın bir notu var!

Tabloya her adımı eklediğimde “Bu defa acı sonla biten, hep ruhsal sıkıntılar yaşayan karakterlerin olduğu, dramatik hikayeler yazmayacağım” diye kendime söz veriyorum ancak yine sözümde duramadım sanırım. “Reaktör” ifadesini ne kadar anlamlandırıp öykünün içine yerleştirdim bilemiyorum ancak bu toprakların içinden, gerçek bir karakteri konu almaya çalıştım. Memleket ne güzel insanlar tanımış, ne güzel insanlar ardında bırakmış yahu! Saygıyla...