Demlerden Bir Dem

Hacer Noğman

Âlim’in karşısında hinoğluhin tavrımla, göğsümü gere gere dikiliyordum. Bu adamın benden ne farkı vardı? Sarık, cübbe, uzun sakal? Birkaç akçeyle sahip olunacak bu şeylerin ehemmiyeti nedir? Sakal desen bende de var. Peh!

“Beniâdem, gel seninle bir yere varalım. Varalım ki birbirimizi bulalım. Birbirimizi bulalım ki kim olduğumuza ulaşalım.” Fırsat bu fırsat, yürü ya kul olan adem! Elinde bastonu da olmalıydı bu yaşlı Âlimin. Pek konuşmuyordu da. Bildiğimden farklıydı. Bildiklerimizin ötesi de vardır değil mi? Benim yoktu. Bildiklerim kâfiydi. Ötesi, olmamalıydı.

Gözlerimi araladım. Tavandaki ahşabın desenlerinde gezindi bakışlarım. Kafamı soluma çevirdiğimde onu gördüm. “Ne gördün bu kez?” dedi tereddütle. “Onu görmedim.” dedim boğazımdaki yumrunun konuşmama müsaade ettiği kadar. Günlerdir süren uğraşımıza bir başarısızlık daha eklendi. Umudum tükeniyordu fakat o, denemekten vazgeçmeyecekti. Bunu ikimiz de biliyorduk.

“Ne gördün peki? Hangi anının rüyasıydı?” dedi bu kez. “Yıllar önce dinlediğim bir kıssanın ilk kısmıydı,” diye devapladım.

Uzun zamandır, anılarımızın rüyalarımıza girmesi için uğraşıyorduk. “Tekrar deneyelim,” dedi ayaklanarak. Yatağımın başucundaki rüya reaktörünün başına geçti. Şakaklarımdaki elektrot pedleri çıkardım. Onları reaktörün üzerine, yapışkan kısımlarının yukarıda kalmasına dikkat ederek bıraktım. “Dinlenmeliyim,” dedim. Kalkıp pencereyi açtım. Tek oda olan bu evde hareketlerimiz hayli sınırlıydı. Mutfak beş adım, tuvalet ise yedi adım uzağımdaydı. Bir aylığına kiraladığımız bu yer, bir sahil kasabasının en köhne yerindeydi. Yani bize çok uzuca mal olmuştu.

“Reaktör enerjisini kaybetmeden tekrarlamalıyız. Tak şu elektrot pedleri, haydi.” Pencereyi kapatıp yatağa oturdum. Şakaklarımda pedlerin soğukluğunu hissettim. Uzandım yatağa. “Düşün.” Düşüncelerimiz sonucu açığa çıkan parçacıklar, şakaklarıma yapıştırdığımız pedler sayesinde reaktöre giriyor. Reaktörde işlenip tekrar bana ulaşıyor ve düşüncelerim; anılarım rüyama giriyor. Girecek. Öyle umuyoruz. Sayısız başarısız denemeden sonra yine yattım bu yatağa. Artık olsun istiyorduk. O da ben de.

Olası bir olumsuzlukla karşılaşacak olursak diye reaktörün yanında iki reaktör daha vardı. O, beklemediği bir durumda diğer reaktörleri devreye sokacak, rüyaya girmem biraz daha zaman alsa da sonun da girecektim. Birkaç dakika zarar olarak görünmüyordu gözümüze; onca günden sonra bu hiçbir şey değildi.

Derin bir nefes aldım. Şakaklarımda acıyı hissettiğim an düşünmeye başlayacaktım. Yutkundum. Emin olsam da sordum: “Ek reaktörle…” Lafımı bölüp konuştu: “Ek reaktörler devrede.” Geriye yalnızca düşünmek kalmıştı.

O yaz gününü düşünecektim. Ayrılığımıza bir hafta kalan günü. Ya tekrar o Âlimi düşünürsem. Hayır. O yaz gününü, ağustosu düşünecektim. Nem öyle bunaltıyordu ki, dağlara kaçmalıydık. Serin bir yer bulmalıydık. Ağustoslar hep öyle olurdu zaten. Âlim nereye götürmüştü o adamı? Hayır, ağustos, o… Hastanenin önünde oturduğumuz o an. Konuşmamız, neydi? Ya o kıssa girerse rüyama. Hayır. Ne konuşmuştuk. Bir dakika.

“Otur şöyle beniâdem. Ben de sendenim.” Yıkık dökük bir harabe bu baraka. Sac tavanın dayanılmaz sıcağı. Cehennem gibi sıcak. Âlim sobayı ateşliyor. Yahu deli midir veli midir bu adam? Bunca zaman şuurumu muhafaza edip şimdi böyle bir yerde böyle bir adamla onu kaybedersem vay hâlime. Ne günah işlemişsen ona yan sen ey adem. Hangi budala aklımla buraya geldiysem!

“Çay biraz demini alsın.” derken yanıma oturdu Âlim. Çay mı demlemiş diye kaçamak bakışlarla baktım. Boynumdan göğsüme doğru oluk oluk iniyordu terler. “Sen, mebgûz ve mahbûbun hikâyesini bilir misin beniâdem?” diye sordu. Gözleri, nasırlı ellerindeydi. “Duymuşumdur da şimdi hatırlayamadım,” dedim. “Burası pek sıcak,” diye de ekledim. Bakışlarını ellerinden ayırmadan konuştu: “İki dilenci bir kimsenin kapısına gider. Dilencilerden birisi matlûb ve mahbûb, diğeri ise mebgûzdur. O kimse, mebgûz dilencinin serîan mündefi’ olması için ona bilâ-te’hîr ekmek verir ve onu gönderir.” Duraksadı. Çay demlenmiş mi diye baktım; bakınca demlendiğini anlamayacağımı bilerek, ukalaca.

Sabredemiyordum. Çok yavaş konuşuyordu. Tek kuru katma kalmamıştı üzerimde. “Demlenmedi. Bekleyince daha iyi demlenir.” Elimin tersiyle alnımdaki terleri sildim. “O kimse, mahbûb olan dilenciye ekmeğin henüz pişmediğini, sabretmesi gerektiğini söyleyip onu bekletti.” [1] Duraksadı tekrar. Ona baktım. Halen ellerine, nasırlarına bakıyordu. Devam edecek diye bekledim, etmedi. Çayın tarafına baktım. Tekrar Âlime baktım. Sırtımdan inen terler beni rahatsız ediyor; dikkatimi dağıtıyordu. Âlim öylece duruyordu. Devam edip etmeyeceğini sormak için dudaklarımı araladım. Sesim çıkmadı. Kaşlarımı çattım. Göğsüm hızla inip kalkıyordu. Demin bedenimden dökülenler terdi de şimdi dökülenler neydi? Konuş adem konuş. Sesin çıksın. Kaldır kafanı, ellerine değil bana bak âlim! Sesin çıksın adem!

Hışımla doğruldum. Soluk soluğa kalmıştım. Reaktörün başında oturmuş beni izliyordu. Şakaklarımdaki acıyı hissetmem için bir iki dakika geçti. Elektrot pedlerini çıkarıp fırlattım. Olmayacaktı. Her ne yapmaya çalışıyorsak olmayacaktı.

Kalkıp su içtim. Pencereyi açıp hava aldım. Hafif, serin yel odaya doldu. Nefesimi halen bir düzene koyamamıştım. Başımda şiddetli bir ağrı vardı. Ramak kalmıştı ama yapamıyorduk. Düşüncelerime düzene koyamıyordum. Ama çok yaklaşmıştım; hissediyordum. Uykuya dalmadan önceki düşüncelerimin rüyamda zuhur etmesi bunun göstergesiydi. Tekrar denemeliydik. Bu gece, bir daha denemeliydik.

“Ne gördün?” dedi. Bakışlarındaki tereddüt onun yılması için büyük bir alev topuna dönüşmeliydi. Asla pes etmeyi düşünmüyordu. O tereddüt kırıntıları insan doğası gereği, istemsizce ortaya çıkan bir şeyden ötesi değildi onun için. “Çok yaklaştık. Doğru düşünce ve doğru zaman. Sonra başaracağız, eminim.” Bir kıvılcım bekledim; bir hareket. Yere düşen elektrot pedlerini aldı. Yapışkan kısma yapışan tozları temizlemeye başladı. “O gördüğüm kıssayı tekrar görür müyüm diye düşünerek uyumuşum. Onun devamıydı gördüğüm. Hemen, bu gece bir daha denemeliyiz. Olacak, inanıyorum.” Kalktı. Su içti. Odanın içinde dolaştı. “Bir şeyi eksik yapıyoruz. Ama neyi?” adımlarını bu sözler bölüyordu. “Hayır, her şey tam. Sadece bir kez daha deneyelim,” dedim.

Reaktöre yaklaşıp onu kurcalamaya başladı. Enerji çıkış noktalarını, kabloların giriş çıkışlarını, sistemini… Hiçbir şeyde sorun görünmüyordu söylediğine göre.

“Haydi o zaman, tekrar deneyelim.” Oturdum yatağa. Pedleri şakaklarıma yapıştırdım. Uzandım. O ağustos gününü düşündüm. Sıcağı. Hastane binasını. Ağaçların gölgesini. İnsanların konuşmalarını. Hastaneden sızan o belirsiz ilaç kokularını. Ekose desenli pijama giyen amcaları. Bir deri bir kemik teyzeleri, başlarında eğreti duran beyaz tülbentleri…

“Gitsek mi dağlardan yukarı ha, ne dersin?” dedim ağaçları, yapraklarının hafif salınışlarını izlerken. Ona döndüm. Başını sallıyordu. Gülümsedim. Dalgınlığının nişanesi olarak başını sallamaya devam etti. Gri, küçük desenli pijamasının üzerinde duran, ince kemikli ellerine çevirdim bakışlarımı. Ölümün ten rengi bedeninde geziniyordu. Acı bir ten rengi. Elimi yerleştirdim elinin üstüne. Parmaklarının çelimsizliği avcumun içindeydi. Belirgin elmacık kemiklerinin üzerinde, yuvalarına iyice yerleşmiş bir çift gözün beyaz kısmında da ölümün ten rengi vardı. Bu beden baştan aşağı ölüm kokuyordu. Yutkundum. Düşünceleri zihnimdeki paspasın altına süpürdüm. “Haydi o zaman,” diyerek ayaklandım. Eli elimdeyi. Kollarının sarkık derisini görmeye cesaretim yoktu. Hafiften çektim onu. Ayaklandı. “Biraz daha oturalım, olmaz mı? Halsiz hissediyorum,” dedi. Bu kez o beni çekti. Oturduk.

“Sana yıllar önce anlattığım hikâyeyi hatırlıyor musun? Mahbûb ve mebgûzun hikâyesini.” Kafamı salladım. “Öyleyse biraz daha oturalım, bekleyelim. Olmaz mı?” Başını bana çevirdi. Ona baktım. Uzun süreli bakamadım; o metanet yoktu bende. Göğsüm hızla kalkıp inmeye başladı. Fakat baktım. Dakikalar sürdü. Aramıza sadece göz kapaklarımız girdi. Bedeninde dolaşan o ten rengi gözlerinin beyazında toplanmış gibiydi.

Tavanın ahşabı. Yutkundum. “Ne gördün?” dedi. Doğruldum. Pedleri kopardım şakaklarımdan. Fazladan bir çift daha ped takılıydı şakaklarımın hemen altına. Onları da çıkardım. Sonradan takılan pedlerden haberim yoktu. “Oldu,” dedim. “Sahiden mi?” diye sordu bu kez. İnanamıyordu. “Sağ ya da sol şakaklarından biri daha çok acımış olmalı. Acıyan tarafa taktığım pedlerin reaktörü doğru çalışmış demek ki. Sağ tarafın mı sol tarafın mı daha çok acıdı? Doğru reaktör...” Elektrot pedlerinin kabolalarını elinde tutuyordu. Onlara bakarak “Bu ikisinden hangisi?” dedi. Sağ elim sağ taraftaki şakağıma gitti. Heyecanla bilgisayarını açıp yazmaya başladı: Doktora tezi taslak, kısım on dört....

Hacer Noğman

üç cümle ile öykü yazma:

Çay biraz demini alsın.

Ek reaktörler devrede.

Bu ikisinden hangisi?

________________

[1] Mesnevî, 6. Cild; 4249-4253