İkigözüm

Emine Ecran Şenel

Bir körün parmak uçları kadar hassasına az rastlanır kalbin[1]* dedi iki gözüm. Ellerimi tutup parmaklarımı gözlerine değdirince ve elini kalbime koyup “Senin gözlerin benim, benim kalbim sen,” deyince açıldı gözlerim. Denizin ve göğün mavisini gördüm, ağaçların yeşilini…

“A-ğaç-la-rın ye-şi-li-ni 65, 66, 68… Kalbim, henüz yarım kilo olmuş, bir bu kadar daha yazman lâzım,” dedi elindeki bilye kavanozunu şakırdatarak. “Bugün de bu kadar olsun,” dedim. “Olmaz bir kilo hece yazmadan ağaçları göremezsin” dedi. Yazmaya devam ettim.

Kuşların kanatlarını gördüm, çiçeklerin gözlerini... Başımı göğsüne yasladı “Huzuru duyuyor musun? İşte mavi bu, deniz bu, gök bu,” dedi İkigözüm. Ormanda yürürken “Şimdi nefes al,” dedi. Derin derin nefes aldım “İşte” dedi “İşte yeşil bu. Yeşil nefes, ağaçlar nefes. Yeşili görüyor musun?” dedi…

“ Tamam. Bitti. Artık bir kilo olmuştur. Ölç istersen,” dedim. “Gö-rü-yor mu-sun de-di 100, 110, 115…” diyerek hece sayısınca bilyeleri tartıya koydu. “Evet, işte şimdi oldu,” dedi. Elimden tutup kaldırdı. Yürümek için dışarı çıktık. Ormanda yeşili ciğerlerimize çekerek yürüdük. “Gökyüzü masmavi değil mi? Hiç bulut yok,” dedim. “Evet Kalbim, masmavi,” dedi. Yürüyüşümüzü bitirip eve geldikten sonra İkigözümün topladığı kuşburnularla çay demledik. Çayı içtikten sonra dizime yatıp uyudu. Saçları bulutlar gibiydi, hayaller gibiydi.

Dışarıdan gelen rahatsız edici bir ses düşüncelerimi böldü. Bir makine sesi. Bir ses iki oldu, iki ses üç oldu. 4, 5... derken sesler birleşip kocaman bir ses oldu. Canavar sesi gibi bir ses. İkigözümü uyandırıp sordum “Bu ses ne?” “Testereler,” dedi. “Ne testeresi?” dedim. “Testerelilerin testereleri. Şehirdeki tüm ağaçları kesecekler. Ağaçların yerine gökdelenler dikecekler,” dedi. Bu cümleyi duyar duymaz nefesim kesilmeye başladı. Çünkü İkigözüm, ağaçları ve yeşili bana nefes diye tanıtmıştı. “Hayır,” dedim fısıltıyla. Ağaçların yere düşme sesleri geliyordu. Küt küt... Bağırmak istedim ama sesim çıkmadı. Testerelerin sesi sanki tüm dünyayı kuşatmıştı. Kulaklarımı kapattım. Çok zor nefes alıyordum. Başım döndü. Yere yığıldım. Göğsüm hızlı hızlı inip kalkıyor, soğuk soğuk terliyordum. “Kalbim! Kalbim! İyi misin?” Onun sesiydi bu. İkigözümün sesi. Testerelerin sesi kesildi. Kafamı koltuğun başından kaldırınca kâbus gördüğümü anladım. “İyi misin?” dedi tekrar. “İyiyim iyiyim. Kâbus gördüm,” dedim. Gerçek gibiydi. Gönlüm sıkılıyordu. Kulağımda hâlâ testere sesleri uğulduyordu.

“Bir kilo hece daha yazmak ister misin?” dedi iki gözüm. “Olur,” dedim rahatlayacağımı düşünerek. Beni yazmaya da o alıştırdı. Yoksa ben bu kadar yazamazdım. Daktilonun başına her oturduğumda yazdığım kelimelerin hecelerini saydı. Hece sayısı kadar bilyeyi daha önce aldığım küçük ve sesli tartımda tarttı. Bir kilo hece yazmadan kalkmama izin vermedi. Böylece düzenli yazmaya alışmamı sağladı. Yazmanın bana iyi geldiğini onun sayesinde anladım.

“Yaz,” dedi İkigözüm “Yaz. Yazmak elinden tutar insanın. Göklere uçurur bazen. Bazen alır toprağa kaçırır insanı. Yazmanın rengi beyazdır, kar gibi kefen gibi…” dedi İkigözüm…

Durdum. Kâğıdımı alıp heceleri saydı. “İ-ki gö-züm 55, 59…” bilyeleri tek tek tartıya koydu “Bir kilo değil. Yazmaya devam,” dedi. “Söz beyaza, kefene, toprağa gelmişken artık git,” dedim. “Sen atladın ama ben söyleyeyim; beyaz, aynı zamanda ayrılığın da rengidir.” İtiraz etmedi İkigözüm. “Peki. Ama her oturduğunda bir kilo hece yazmayı ihmal etme,” dedi. “Tamam,” dedim ağlamamak için kendimi zor tutarak. O gitti, ben yazmaya devam ettim.

Gitti. Artık onu yazmayacağım. Ne çabuk gitti diye şaşırmayın. O, yalnızca benim uydurduğum bir karakterdi. Ben istedim geldi ve ben istedim gitti.

Onu ilk gördüğüm gün, gördüğüm dediğime bakmayın, doğuştan körüm ben ama o alıştırdı beni görmek fiiline. Ne diyorduk onu gördüğüm ilk gün ve onun beni gördüğü ilk gün her zaman oturduğum bankta oturuyordum. Yanıma gelip oturdu. Biraz sonra “Bir körün parmak uçları kadar hassasına az rastlanır kalbin,” dedi. “Ne?” dedim. “Deniz ne kadar mavi değil mi?” diye sordu. Sinirlendim. Hiçbir şey söylemeden kalktım. Deniz ne kadar maviymiş. Dalga geçiyor benimle diye düşündüm. Eve doğru yürümeye başladım. Giderken arkamdan geldiğini hissediyordum. Evimin yakınındaki ormanlık alana gelince durdum. Arkamda olduğunun farkında olduğumu anlasın diye “Ne o? Niye geliyorsun peşimden?” dedim. “Ağaçların yeşilini görüyor musun? Ne kadar güzel,” dedi. “Dalga mı geçiyorsun, yoksa sen de bir körün hayatını, renkler hakkında ne düşündüğünü, ihtiyaçlarını nasıl karşıladığını, nasıl rüya gördüğünü merak edenler güruhundan mısın?” dedim. Hiçbir şey söylemedi. Ama ben onun bana baktığını hatta gülümsediğini hissediyordum.

O günkü görüşmemiz bu kadardı. Sonra her gün karşıma çıkmaya başladı. Bir gün denizin mavisinden, bir gün rengârenk uçurtmalardan, bir gün parkta oynayan çocukların sevimliliğinden bahsediyordu. “Bana ne sizin renkli dünyanızdan. Ben kendi dünyamın siyahından bahsediyor muyum sana?” desem de beni bırakmıyordu. Her gün benimle evime kadar yürüyüp evimin yakınındaki ormana gelince ağaçların yeşilinden ve yeşilin nefes demek olduğundan bahsediyordu.

Bir süre sonra o parka sadece onun için gitmeye başladım. Onun, bundan haberi yoktu ama sözleri hoşuma gidiyordu. O anlattıkça dünyayı görmüş kadar oluyordum. Yine bir gün yanıma gelip oturdu fakat hiç konuşmadı. Bir şeyler söylesin diye biraz bekledim ama o, susmaya devam etti. “Bir körün parmak uçları kadar hassasına az rastlanır kalbin, demiştin ya senin kalbin de öyle hassas, öyle güzel,” dedim. Ellerimi tutup parmaklarımı gözlerine dokundurdu ve kendi elini de benim kalbime koyup “Senin gözlerin benim, benim kalbim sen,” dedi.

Ama artık yok. Gitti. Yine de ondan çok şey öğrendim. Sevgili İkigözüm yine görüşmek ümidiyle…

Heceleri saydım ü-mi-diy-le 93, 96, 100… bilyeleri tartıya koydum. Tartı bir kilo olduğunu söyleyince biraz yürümek için dışarı çıktım. Ormanda ağaçların yeşilini İkigözümün gözleriyle seyrederken bir ses duydum. Gördüğüm kâbustaki sesti bu. Testere sesi. Sesin geldiği tarafa doğru gittim. “Kim var orada?” diye bağırdım. Sonra birisi de bana “Çekil oradaaan!” diye bağırdı ve bir el kolumdan tutup çekti. Ardından bir ağacın ölüm sesini duydum “küüt.” “Kim yaptı bunu?” dedim. Kolumdan tutan kişiye “Beni ağacı kesenin yanına götür,” dedim. Götürdü. “Bacım napıyon yaa? Sesi de mi duymuyon? Başımıza iş açacan,” dedi testereli canavar. El yordamıyla testereyi bulup hızlıca elinden çektim ve yere fırlattım. Yine el yordamıyla adamın boğazını bulup tırnaklarımı boğazına geçirdim. Boğuk boğuk sesler çıkarıyordu. “Nefesin kesildi değil mi? İşte ağaç kesmek de böyledir. Nefes kesmek gibidir. Kesmeyeceksin nefeslerimizi, yeşillerimizi. Tamam mııı?” dedim. Boğuk sesiyle “Tamam bacım, tamam”dedi.

Beni ağacın altında kalmaktan kurtaran adam ellerimi tutup “Sakin olun hanımefendi,” diyerek şimdi de testereli adamı benden kurtarmaya çalışıyordu. Sakin oldum. Adamın boğazını bıraktım. Adam kaçtı. Diğer adam güldü ve “Bir körün parmak uçları kadar hassasına az rastlanır kalbin,” dedi.

Emine Ecran Çeliksu

________________

[1] Ali Ural- Posta Kutusundaki Mızıka