Düşerken Tutunulan

Fatma Ünsal

Kelimeler: hece, kilo, testere.

Ek zorluk kullanıldı.

DÜŞERKEN TUTUNULAN

Bab Bir: Dünyanın ipeği yumuşak, suyu tatlıdır.

Ben Rüstem. Attarların piri. Ünüm ülkemi aşmıştır, ilmimse çoğu âlimi bana köle eylemiştir. Bitkilerin dilini en iyi ben bilirim. Itırlar şu ellerimden geçmeden Çin Maçin diyarının hatunlarının boyunlarına değemez. Rum diyarının Holofiraları, saçlarını benim şifalı sabunlarım olmadan yıkayamazlar. Acem’in kisraları, saraylarını ürettiğim kokularımla kokutmadan misafir ağırlayamazlar. En yetenekli Arap şairleri, ellerini benim misklerimle ovalamadan, saçlarına benim ürettiğim amberi sürmeden Ukaz’a çıkamazlar. Kabarık etekli Frenk hatunları, dans dedikleri gavur icadını benim ürettiğim lavanta kokularını sürmeden icra edemezler. Ve dahi tüm prensler, krallar benim kokularıma muhtaçtır. Bense bir çift göze muhtacım.

Ben Rüstem. Attarlar piri. Elli yıldır şu cesedi sürüklüyorum. Tam elli yıldır gözüme şu dünyanın ışığı değmedi. Anamın karnında bana gözlerinden azat ol, buyrulmuş. Olduk. Gözlerimizden azat olduysak da kimseye bende olmadık. Mülk, şan etrafımızda pervane. Olmayıp ne yapacak? Itır ilmi dünya yüzünde bu âmâ Rüstem’in ellerinde.

Rüstem. Adımı Fars diyarının Rüstem’inden devşirmişler. Onun gibi azametli. Dünyayı görmeden ona kılıç sallayan, onu dize getiren Rüstem. Ben.

Bab Bire Ek: Dünya Tek Heceden Müteşekkildir.

Bir mecnun herif var, adına Câbir diyorlar. Viraneliklerde yatar kalkar diye anlatıyorlar. Bizim kâhya, günlük onun yapıp ettiklerini anlatıyor bana. Tarif ettiriyorum, nasıl yüzü gözü? Üstü başı nasıl? Anlat. “ Hırpani.” diyor, “Nasıl olsun, kıvırcık saçları kirden keçe gibi olmuş. Boyu uzun, zayıfça. Avurtları çökmüş kara yüzünde, göz diye iki kara nokta. Sırtına geçirdiği lime lime olmuş uzunca harmanisini savura savura yürüyor sokaklarda deli.” İşin burasına geldiğinde gülmemek için kendisini zor tuttuğunu anlıyorum. Kaşlarımı çatıyorum ki gevşemesin. Karşımda gülmek de ne demek. Devam et, diye işmar ediyorum. “Dükkânları yara yara geçiyor,” diyor. “Çalımlı çalımlı. Ppppppppüü.” Sonunda kendini tutamayıp gülüyor hadsiz. Gülmüyor, püskürüyor suratıma. Temizle şu suratımdan tükürüklerini densiz! diye ünlüyorum. İpek mendilimi buluyor cebimden, nazikçe siliyor suratımı. Devam et hadi, sonra? “Sonrası beyim,” diyor,” Meydana gelince ayaklarını rap rap vuruyor. Asker gibi. Rap rap rap.Ppppppüüüü.” Zevzek. Yıllardır yanımda olmasa, bir dakika tutmazdım bu arsız herifi. Tüküre tüküre yine gülüyor. Yüzümü beton gibi yapıyorum ki anlasın. Bu herifin ağzına zamk sürmeli, üstüne eşek otu kokusu serpmeli, serpmeli ki dünya kaç bucak anlasın. Neyse ki kendini toparlıyor, devam ediyor anlatmaya. ”İşte dükkânları geçip meydandaki saat kulesinin dibine varınca, elindeki paslı, yamuk yumuk testereyle boşluğu kesmeye başlıyor.” Burada durdu, güldüğünü ama kendisini tuttuğunu, dişlerini dudaklarına geçirdiğini, pis yılışık suratının terlediğini hissedebiliyorum. “ Kovarım seni, kovarım! Hadsiz. Anlat!” diye bağırınca devam ediyor anlatmaya. “İşte beyim, boşluğu keser gibi yapıyor. Ağzıyla hatur hutur diye kesme sesleri çıkarıyor. Kan ter içinde kalana kadar boşluğu kesiyor. Döne döne, etrafta koştura koştura boşluğu kesiyor. Sonra saat kulesinin dibinde dinleniyor. Sonra o kestiği hayalî şeyleri istif ediyor. Boynundaki halatla sarıyor onları. Sırtlanıyor. Sanki sırtında gerçekten bir şey varmış gibi belini eğiyor bir de. Deli. Kıh kıh kıh kıh. Duruyor sonra, kirli suratını göğe dikiyor, ulur gibi bağırıyor: Ey Eşk, ey eşk! Ey eşk. Gel de beni bul ey eşk!”

“Sersem herif. Aşktır o, aşk.” diyorum. “ Yook hayır beyim eşk diyor eşk. Elif şın kef : اشك. “

“Sonra, sonra ne yapıyor?” Kâhya devam ediyor: “ Olmayan yükünü sırtlanıp gidiyor beyim viranesine. Her gün böyle. Her Allah’ın günü. Kör testere elinde, tek hece dilinde dolanıp duruyor deli.”

Câbir gibi aklımın noksan olmasındansa bir çift gözün noksa olmasını yeğlerim. Şu akıl, ne üstün şey. Deli Câbir. Ey eşk ha? Eşk.

Bab İki: Dünyanın Tüm Bucakları Keşfedilmemiştir.

İşittik ki civar kasabalara haydutlar dadanmış. Ne var ne yok yağmalayıp karşı çıkanları ve yaşlıları kesip biçtikten sonra genç erkek ve kadınları, çocukları kaçırıyorlarmış. Kaçırdıklarını da uzak diyarların birinden gelen bir köle tüccarına satıyorlarmış. Kasaba bu haberle çalkalanıyor. Kimisi göç yoluna düşmüş, bizim kâhya anlatıyor. Korkaklar. Kimisi izbandut gibi adamlar kiralamış kendilerini korusunlar diye. Bu benim de aklıma yattı. Kâhyaya salık verdim. Konağın dört bir yanına bu adamlardan dikeceksin, dedim. Eline on kese altın verdim. Defettim başımdan.

Kâhya, adamları konağın etrafına yerleştirince yanıma geldi. Sanki görüyormuşum gibi bana: “Bak beyim şu yönde beş adam var, aha şu kapı yönüne dört tane diktim.” diye anlatmaya başladı. Sonra hatasını anlamış olacak ki: “ Korkma beyim, her yanımızda adamlar var. Her biri duvar gibi maşallah.” dedi. Bana, Rüstem’ e korkma dedi. Densiz. Ne korkacağım. Yetmezse elli adam daha dikerim kapıya. Elimle çekil işareti yaptım. Şu koca konakta bu sersemle yaşamak, kör olmaktan daha acı veriyor bana.

Bir hafta geçti geçmedi. Haydutların kasabaya iyice yaklaştıkları haberi geldi. Kâhyaya sıkıca tembihliyorum ki adamlar yerlerinden ayrılmasın. Altınlarını eksik etme, bol tut, dedim. “ Merak etme beyim,” dedi: “Bunların arpası altın. Bırakırlar mı hiç?”

Bıraktılar. Bir gece sabaha karşı konağa haydutlar saldırdığında anladık ki haydutların geldiğini anlayan yirmi tabansız izbandut, kaçmış. Kâhyanın çığlığına uyandım.Haydutlar odamın kapısını kırarak içeri girdiler. Ne oluyor demeye kalmadan beni derdest edip sürüklemeye başladılar. Anladım, yolun buradaki sonuydu bu.

Belki öldürürler, kurtulurum diye: “Ben körüm!” diye bağırdım,” Körüm ben. İşinize yaramam. Öldürün beni!” Haydutlardan biri: “ Yook sen meşhurmuşsun, attarmışsın, koku moku uğraşırmışsın. Epey akçe edersin kör, gamlanma! “ deyince hep birlikte gülmeye başladılar. Beni konaktan sürükleye sürükleye çıkardılar. Dış kapının yanında ayağıma sıcak bir sıvı değdi. Göllenmiş bir ılıklığa bastım sanki. Kâhyayı konakta tek başına bıraktım.

Bab Üç: Dünyada Yûsuf (as)’un Ağırlandığı Pazarlar Yok Olmamıştır.

Ne kadar gittik, bilmiyorum. Bizi atlı arabalara doldurduklarında kasabanın o tatlı kokusunu bir daha koklayamayacağımı biliyordum. Bizi köle tüccarlarına götürüyorlardı. Götürsünler bakalım. Zannediyorlar ki baş eğip pazarlarda sattıracağım kendimi. Ben Rüstem. Dünyadaki ıtırların efendisi. Itırlara baş eğdiren, cümleyi kendisine hayran bırakan. Alsınlar kellemi. Köle mi olacağım?

Bab Üçe Kısa Ek: Dünya İnsana Büyük Büyük Sözlerini Yedirmekle Memurdur.

Ben Rüstem. O sefiller pazarında ne kendimi sattırırım ne bir efendiye köle olurum. Efendi kendisinden gayrı efendiyi tanımaz.

Bab Üçe Devam.

Kadınlar ağlıyordu. Bağırmalarına bakılırsa saçlarını yola yola ağlıyorlardı. Çocukların ağlamaktan sesleri kısılmıştı. Erkekler de olmalıydı ama sessizliklerine bakılırsa bu durumu gururlarına yediremediklerinden sükût kıyafetini kuşanmışlardı. Tabansızlar. Korkaklar. Boyun eğme ustaları. Korkaklar.

Bir ara, arabayı durdurdular. İçeriye ekmek fırlattılar. Ekmeklerden biri yüzüme gelmeseydi ne olduğunu anlamadan oturur kalırdım. Kucağıma düşen ekmek parçasını alıp kemirmeye başladım. Araba sessizleşmişti. Sefiller karnını doyuruyordu.

Nice sonra araba tekrar durdu. Adamların kaba sesleri, kahkahaları geliyordu dışarıdan. Ne kadar bekledik bilmiyorum, araba sesleri duyuldu. Atlar kişniyordu. Boyunlarına inen kırbaç şakırtılarından ve nal seslerinden epey hızlı geldiklerini anladım. Bizi dışarı çıkardılar. Bana ihtimam göstermediler. Patates çuvalı gibi arabadan sürükleyerek indirdiler. Çayırlık bir yerde olmalıydık. Ezilmiş çimen kokuları geldi burnuma. Çam ağaçları uğulduyordu. Çok uzağımızda olamazlardı. Bizi rehin alanlar, gelen adamlarla sıkı bir pazarlığa giriştiler. Bir tanesi itiraz etti: “ Hepsi tamam da bu adama kör dediniz. Bu ne para edecek? Alan olmaz bunu, sizde kalsın. Ya da öldürün atın bir kenara.” Bizi buraya getiren haydutlardan biri itiraz etti:” O kimdir sen bilir misin?

Dünyaca meşhur attar, Rüstem. Bunu saray bile satın alır saray.” Yerimde huzursuz kıpırdandım. Adamın sesi keyiflenmişti: “ O zaman iş değişti.” dedi, “ Ben bunu bin altına okuturum.” Kahkahalarla güldüler. Kahkahaları kötü kokulara bürünüp burun deliklerimden içeri girdi, genzimi yaktı. Sonra mideme giren bir ejderha oldu sanki. Bayılmışım.

Bab Dört: Dünyanın Köle Pazarları Bazen İsimlendirilmezler.

Ayıldığımda artık başka bir diyarda olduğumuzu anlamıştım. Tenime değen sıcaklık, bizim oraların sıcaklığı gibi değildi. Yakıcıydı. Nem kokuyordu. Tuzlu bir nem. Yakınlarda bir yerlerde deniz olmalıydı. Uğultu, insan sesleri, zincir şakırtıları, ter ve kir kokuları bana diyordu ki burası o sözü edilen pazar. Köle pazarı. Ayaklarıma ve ellerime takılan prangaları fark ettiğimde hınçla ayağa fırladım. “Çıkarın bunları çıkarın!” diye bağırdımsa da beni duyan olmadı. Kadınların ağlama seslerine çocuk ağlamaları karışıyor; erkeklerin karşı koyma sesleri arada bir yükseliyordu. Bir tanesi kolumdan tutup sürüklemeye başladı. Basamak olduğunu anlamadığımdan takılıp düştüm. Sonra tahta bir zemine çıktık. Bunu seslerden anlayabiliyordum. Yüksekçe olmalıydı. Beni bir köşeye savurdular.

Yan yana dizilmiş, alıcı bekliyorduk. Ne kepazelik! Ne kepazelik! Adamlardan biri bizi överek satmaya çalışıyordu. Beni her övmeye kalktığında üstüne saldırdım, susturdum. Attarların ustasıdır bu, diye başlayan her cümlesinde çığlıklar atarak susturdum onu. Öldür beni öldür hadi, diye sağa sola saldırdımsa da bir posta dayak yiyip oturdum her seferinde. Şu gurur, ne kepaze şey.

Çocukları kilo hesabı satıyorlardı. Konuşmalardan bunu anlamıştım. Tartıya sürüklenen çocuk, eğer belli bir kilonun altındaysa yanına bir tane daha çocuk ekleniyor ve böylece ikisi birden efendilerine teslim ediliyorlardı. Bir keresinde tam üç çocuk çıktı tartıya, denk gelmedi kiloları. Yanlarına bir çocuk daha eklediler. Dört çocuk kiloyu tutturunca efendilerine teslim edildiler.

Genç adamlar köle olurken hiç sızlanmadılar. Boyunlarına efendilerinin yuları takılırken uysal birer koyun gibi onların peşlerine takıldılar. Bunu adamların dalga geçmelerinden anladım. Tam bir koyun gibiler, deyip gevrek gevrek gülüyorlardı.

Gurursuzlar. Ölmek zor geldi demek.

Takın prangalarınızı. Yallah.

Bab Beş: Dünya Alıştırmalarda Birincidir.

Benimle birlikte getirilen insanların hepsi satıldı. Efendilerinin peşlerine takılıp gittiler. Bu esnada hep direndim. Nice beyler nice hanımlar konaklarına attar diye almak istediler. Alamasınlar diye yüzlerine tükürdüm, küfürler savurdum. Hem kör hem ağzı bozuk bir köleyi kim ne yapsın? Ben böyle yaptıkça yemek vermediler çoğu kez. Neyse ki satılacak maldım da çok fazla dayak atamıyorlardı. Nereye kadar dayanırım, bilmiyordum.

Yeni insanlar getirdiler. Yeni köleler. Başta yırtınıp bağırıp çağırıp sonra razı oldular duruma. Birileri gelsin de kendilerini şu sıcaktan kurtarsınlar istediler. Şu sefillikten azat olmaktı belki de istedikleri. Kölelik değil.

Ben Rüstem. Onlara artık kızmıyordum. Neticede şuradan daha kötü mü olacaktı bir efendinin evi? Gitsinler kurtarsınlar kendilerini. Ben gitmem. Gidemem.

Bab Beşe Mecburi Ek: Dünya Alıştırırken Sevimli Gösterir.

Ben gidemem. Beni zaten almazlar. Zayıfladım. Koku duyularım zayıfladı. Ellerimde titreme baş gösterdi. Kim ne yapsın ki beni? Gitmem ben.

Çocukları tartıya çıkarıp kilolarına göre vermeye devam ettiler. Bir yavru bağırdı bir seferinde: Abim de çıksın tartıya abim de! O an başım döndü, midemde bir kasırga hissettim. Yığılmışım. Yüzüme serpilen soğuk suyla kendime geldim. Küçük kızın abisi ağlamaya devam ediyordu. Küçük kız gitmişti anlaşılan.

Sıcak başıma vuruyordu.

Koku.

O gün bir ses duydum. Tanıdık bir ses. Sanki zamanı yırtmış da yanıma düşmüş gibi. Sesi duymamla gözlerimden yaşların boşalması bir oldu. Şöyle diyordu o sesin sahibi:

“ Ey eşk, ey eşk! Ey eşk. Gel de beni bul ey eşk!” Bu, oydu. Câbir. Demek buralara kadar gelmişti. Çevremdekiler gülüyorlardı Câbir’e,”Vay deli,” diyorlardı: “Kör testereyle havayı biçiyor. Aşk da diyemiyor. Eşk de eşk.” Sesin geldiği yöne başımı çeviriyor, beni görsün istiyordum. Bağırmaya devam ediyordu Câbir: ”Ey eşk ey eşk! Kurtuluş seninledir! “ Sonra gürültüler çıktı, kaba saba sesler. Kovalım şu deliyi, diyen bir yığın. Bağırış çağırış arasında Câbir’i kovma seslerini duydum. Câbir de gitti.

Bab Altı: Dünya Kimi Sonların Payitahtıdır.

Artık beni satın almak isteyen yok. Her gün uğrayanlara kulak kesiliyorum. Bir kere bile benim maharetimi soran çıkmıyor. Hâlbuki bilselerdi ıtırların, çeşitli kimyaların ustası olduğumu. Bilselerdi. Beni davet ederlerdi kendileri.

Adamlar da homurdanıyor artık. Haklılar. Burada işe yaramadan kirli bir bohça gibi duruyorum.

Öldürseler ona da razıyım ya buna da uğraşan yok.

Bir alan olsa da hür olsam artık. Hür.

اشك: س. فا. كوز ياشي