Muhtemelen benden bihaber olan güne yine ‘merhaba’ diyerek uyanacağım. Üzerimdeki yorganın ağırlığından kurtulup kendimi yine penceremin bir köşesine ilişmiş hâlde bulacak ve pencereyi açıp derin bir nefes alacağım. O zamana kadar açılmamış gözlerim bu benzersiz havayla kendiliğinden açılacaklar. Dışarıyı seyre dalacağım, mor renkli servi ağaçların dallarında onlara bakmamı bekleyen kuşlarla göz göze geleceğim. Bana öyle sevgi dolu gözlerle bakacaklar ki, bir güne daha şükredeceğim. Etrafı biraz daha inceleyeceğim fakat ne başka bir şey görecek ne de duyacağım. Penceremi ardına kadar açık bırakıp içeriye geri döneceğim. Çekilmemi fırsat bilen kuşlar, alelacele süzülerek daha yakına gelecekler. Önlerinden çekip alacakmışım gibi bir edayla penceremin kenarına bıraktığım kırıntıları büyük bir hızla yiyecekler. Biri yerken bir diğeri beni seyre dalacak. ‘Ne tuhaf... Sevgi bile bazen korkuya engel olamıyor.’ diyeceğim kendi kendime. Onları orada bırakıp yatağıma geri döneceğim. Başucumdaki kitabı elime alıp okumaya başlayacağım. Her kelimeyi hece hece, tekrar ve tekrar okuyacağım, gördüklerimi bir daha unutmak istemiyorcasına... Derken mutfaktan gelen bir sesle bölünecek hayallerim. ‘’Çisem, hadi yavrum kahvaltın hazır. Ben bir eve gidip geleceğim, bir şey olursa seslenirsin hemen.’’
Biricik abla. Hayatıma yön veren pek çok kişiden biri. Bu dünyayla aramdaki tek bağlantı. Her sabah beni uyandırıp kahvaltımı hazır eder, sonra evine, ailesine geri döner. Günün geri kalanında arada bir uğrar, iyi miyim, neler yapıyorum görmek için. Bana bakmak için kendine göre sebepleri vardır diye düşünüyorum hâlâ ya da sadece acıyordur bana. Hayatı siyahtan ibaret bir kız... Kim demiş ki onlara hayatımın siyahtan ibaret olduğunu. Benim görebildiklerimi görebiliyorlar mı ki bunun doğru olduğuna kanaat getirmişler. Her ne düşünüyorsa düşünsün, Biricik ablanın iyi bir insan olduğunu biliyorum. Ayrıca hazırladığı o enfes yemekler sayesinde aldığım kiloların üzerimdeki ağırlığını da görmezden gelemeyeceğim. Biricik abla ve ailesi ormanın biraz ilerisindeki müstakil evi satın alana kadar bir deri bir kemik deyiminin vücut bulmuş hâliydim âdeta. İlk defa karşılaşılan birine göre korkutucu görünmüş olmalıyım.
Düşüncülerimden sıyrılıp Biricik ablaya teşekkür ettim. Evden çıktığını duyar duymaz mutfağa doğru yürümeye başladım. Göremeyen biri bile olsanız bu kahvaltıdan gelen eşsiz kokuyu takip ederek mutfağın yolunu bulabilirdiniz. Ki bende aynen öyle yaptım. Kahvaltımı ederken bazı şeylerin okumakla anlaşılamayacağını bir kez daha anlamıştım. Hâlâ bilmediğim birçok şey vardı. Öğrenmeye devam ediyor olmam iyi bir şey o halde diye düşündüm. Ağzıma attığım her yiyeceği peşi sıra gelen isimleri takip etti. Yumurta. Yu-mur-ta. Yu-mur... İşte bir tane domates. Do-ma-tes. Ve yanına peynir. Pey-nir. Çayım neredeydi? Biricik abla çayımı hep sağ tarafıma koyar, masada sağa doğru tek bir el hareketi. Ve işte çayıma ulaştım. Çay. Tüm bu düşünce silsilesinden kurtulmak için bir başka düşünceye sığındım. Biricik ablayla yaptığımız ilk ciddi sohbette bana söylediği şey hâlâ dün gibi aklımdaydı. ‘Bir duyunun eksik olması, diğerlerinin daha güçlü olmasına sebep olur. Sen birçoğumuzun duyamadıklarını duyuyor, hissedemediklerini hissediyorsun. Sen özel birisin kızım.’ Kendisini değersiz hisseden biri için oldukça etkili bir konuşma olurdu. Fakat benim için yeterince iyi bir seçim değildi. Önemli bir şey için var olduğumu zaten biliyorum. Sadece şu anlık ne olduğundan pek emin değilim.
Kahvaltım sayesinde birkaç kilo daha aldığımdan emin olduğum vakit kitaplarıma geri döndüm. Daha doğrusu telefonuma. Yarım kalan hikâyeyi dinlemeye devam ettim. ...Diana çok geçmeden dağlar ve ormanlar arasında yaşamını sürdüren Hippolyt’e yardım etmeye karar verdi fakat öncelikle ormandan sağ bir şekilde geçebilmesi gerektiğinin farkındaydı. İhtiyaç duyacağı tek şey gümüş okuydu. Daha iyi bir planın var olmadığından emin olduğunda, o gece yola çıktı. Orman ile ilgili anlatılan onca hikâyeye rağmen Diana bu ormanla ilgili farklı bir şey olmadığını düşünmeye başlamıştı bile. Her şeyin bu kadar doğru olması ona yanlış gelinceye dek ilerlemeye devam etti. Gün doğmak üzereydi ki ormanın o eşsiz melodisini bozan testere sesini duydu. Sesin geldiği yöne doğru ilerledi. Ta ki onu görünceye dek...
Başımın ağrısına daha fazla dayanamayacağımı anladığımda yavaşça doğruldum. Etraf buğulu. Bir dakika ne? Nasıl buğulu olabilir ki? İmkânsız. İmkânsız. Hayır, kesinlikle doğru olamaz! Hâlâ uyuyor olabilir miyim? Sonrasında kendime attığım tokatın tüm gerçekçiliği ile yüzleşince bu duruma nasıl geldiğimi düşünmeye başlamamın en doğrusu olacağına karar verdim. Pekâlâ, uyuya kalmış olmalıyım. Daha önce hiçbir hikâyeye böylesine bir saygısızlık yapmamıştım. Telefonum nerede acaba? Yatağın köşesinde bir karartı var gibi, telefonum olabilir mi? Hiç ses çıkmadığına göre şarjı bitmiş olmalı. Telefonum olduğunu düşündüğüm karartıya doğru uzandım. Ahh! Bu da ne? Karartının telefonum yerine bir fareye ait olduğunu anlamam çok uzun sürmedi. Görüntüler gittikçe netleşmeye başladı. Bu gerçek bir mucize! Komodinime fırlayan karartıyı artık daha net görüyordum. Uzun mu uzun kulakları, yemyeşil tüylerinin arasında kendini belli eden kırmızı gözleriyle bana bakıyordu. ‘’Hey, merhaba küçük şey. Her zaman buralarda olur musun, seni daha önce duyduğumu sanmıyorum. Duysaydım hatırlardım. Aç görünüyorsun. Sana peynir getirmemi ister misin?’’ Fareyi odamda bırakıp peynir getirmek için mutfağa doğru ilerledim. Dünyayı yeni keşfeden bir çocuk heyecanıyla ben de evimi keşfediyordum. Demek böyle görünüyormuş. Gümüş rengi duvarların arasında ilerleyerek mutfağa ulaştım. Acaba peynir neye benziyor? Tadını ve kokusunu biliyorum sonuçta, bulmam ne kadar zor olabilir ki? Sonunda peyniri bulduğumda dışarıdan gelen sesle irkildim. İşte uyumadan önce duyduğum o testere sesi. İmkânsız. Kimse buranın yolunu bilmez. En azından bilmezdi. Biricik abla ve ailesi burada, ormanın biraz ilerisinde bir ev olduğunu öğrenip, satın almaya karar verene kadar burası bana aitti. Onlar böyle bir şey yapmazlar, yapamazlar. Ağaçlarımın benim için ne kadar önemli olduğunu bilirler. Öyleyse servi ağaçlarımı kesmeye cüret eden de kim? Büyük bir hışımla fırladım yerimden. Kapıyı açmamla yüzüme çarpan ılık rüzgârı hissetmem bir oldu. Dünya böyle bir yer mi? Tüm bunları zaten görmüyor muydum? O halde ne kaçırmış olabilirim ki?
Testere sesinin geldiği yöne doğru koştum. Ağaçların arasına, elinde testeresiyle gizlenmiş bir adam görünceye dek koşmaya devam ettim. ‘’Hey! Hemen ağaçlarımı kesmeyi bırak. Duymuyor musun beni? Uzaklaş ağaçlarımdan. Sana diyorum!’’ Adam söylediklerime sinirlenmiş olacak ki bir anda dönüp elinde testeresiyle bana doğru yürümeye başladı. Gittikçe hızlandı, hızlandı ve sonunda yanıma geldi. Gördüğüm manzara karşısında ağzım açık kaldı. Bu da ne şimdi? Keçi boynuzları, sivri ve uzun kulaklarıyla tam karşımdaydı. ‘’Sa-satirsin sen. Ama nasıl olur?’’ ‘’Bir dahaki sefere kime bağırdığına dikkat et küçük kız. Aksi takdirde uzun bir yaşamın olabileceğini sanmıyorum.’’ diyerek yüzüne pis bir gülümseme yerleştirdi. Tam arkasını dönmüş gidiyordu ki geri dönüp bir kez daha bana baktı. O anda yüzünü daha net görebildim. Yüzünün büyük kısmını oluşturan elmacık kemiklerini görmezden gelebilmek elde değildi. Kemikli yüz hattını kamufle etmek istercesine bıraktığı saç ve bıyıkları daha önce hiç görmediğim bir tondaydı. ‘’Bu arada bu ağaçlar sana ait değil. Şimdi uslu bir kız ol ve dikilip durmak yerine nerede yaşıyorsan oraya geri dön. Bir dahaki sefere bu kadar saygılı olmayacağımdan emin olabilirsin. Duymuyor musun beni? Gitmeni söylüyorum sana. Hemen!’’ Kendime gelebilmem için birkaç dakika daha geçmesi gerekti. Bu onu kızdırmış olacak ki koşarak yanıma gelip kolumu kavradı. ‘’Ah, kesinlikle hayır. Siz kolumu bırakıyorsunuz ve ben ağaçlarımdan uzaklaştığınızı görene dek burada kalıyorum.’’ Kolumu tutan parmakları daha da sıkılaştı. Duyabileceğim en tiz sesten bile daha tiz bir ses çıkardı. Havadaki birkaç kuş da bu sese dayanamamış olacak ki kendilerini yer çekimine teslim etti. Kulaklarımı kapatmaya çalıştım ama nafile. Bu onun çağrısıydı. Şu ana kadar var olmayan nazikliği artık kesinlikle daha kötüye gidecekti. Kafama bir şeyin çarptığını hissedene kadar bir plan yapmaya çalışıyordum.
Gözlerimi açtığımda berbat kokulu bir yerde, bileklerim hemen yanımdaki demire bağlanmış vaziyetteydim. Ağzıma gelen kanın tadıyla neler olduğunu idrak etmeye çalıştım. Hatırladığım son şey ormandaki satirle yapmış olduğum tartışmaydı. Sonra kafama bir şey çarptı. Neydi o? Düşüncelerim dışarıdan gelen kahkaha sesleriyle bölündü. Buraya geliyordu ve kesinlikle yalnız değildi. Henüz kendime geldiğimi anlamamaları için başımı düşmüş halde serbest bıraktım. Demire bağlı bileklerim olabildiğince cansız görünüyordu. Neyse ki içeri girdiklerinde uyandığımı anlayamadılar. ‘’Sana diyorum ateşi yak! Önce hançeri ısıtmamız gerekiyor’’ diye bağırdı içlerinden birisi. Bir diğeri ona emir veremeyeceğini söyledi. Aralarında ki tartışma bir anda alevlendi. Ta ki içlerinden biri yarı açık gözlerimi fark edinceye kadar. ‘’Kız uyanmış işte. Çabuk olun ayine başlamamız lazım.’’ Diğerlerine nazaran daha açık renkte bir sakala sahip olan satir, büyük bir hızla gelip önümde duran ateşi harladı. Bir diğeri emri veren satirden aldığı hançeri mavi-yeşil ateşin içine uzattı. Gümüş sapına işlenmiş keçi detayı dikkatimi çekti. Muhtemelen bu sıradan bir hançer değildi. Hançer ateşin içine girdiği anda ateşin rengi değişti. Satir bunu fark ettiği anda hançeri ateşten çıkardı. Az önce cayır cayır yanan ateşin yerinde artık sadece bir taş duruyordu. Ametist... Ne büyük bir çelişki. Huzur taşı, benim feda edildiğim bir ayinin parçasıydı. Kesinlikle kulağa çok huzur verici geliyor.
Her birine emirler yağdıran satir artık tam olarak önümdeydi. Diğer ikisinin büyük bir hevesle izlediğinin de farkındaydı. ‘’Bunu kişisel olarak algılama. Bize bir kurban lazımdı. Ve önümüze çıkmak konusunda bu kadar ısrarcı olmasaydın şu an burada olmazdın. Aslında senin adına üzülebilirdim. Her neyse. Gitme vakti geldi küçük kız.’’ sözleri göğsüme saplanan hançerin acısını daha da arttırmıştı sanki. Görüntü yeniden bulanıklaşmaya ve gittikçe kararmaya başladı. Karanlık…
Gözlerimi, terden sırılsıklam bir vaziyette, içeriden gelen Biricik ablanın sesiyle açtım. ‘’Çisem ben geldim kızım. Uyandın mı? Kahvaltını hemen hazırlıyorum.’’ Nefesimi düzeltmeye çalışırken bunun bir rüya olduğunu anlamıştım. Göremesem de her şeyin bu haliyle kalmasından gerçekten memnundum. Başka dünyalar vardıysa bile şimdilik içinde bulunduğum dünyanın bana uzun bir süre daha yeteceğinden emindim.
Dipnot: Öykümde sadece servi ağacının adının geçmesinin sebebi Diana(Artemis)'nın kutsal ağacının servi olduğu söyleminden ötürüdür. Okuduğunuz için teşekkür ederim :)