İsyan Var

Elif Ezgi Bektaş

Not: Bu öykü bir deney ürünüdür. Lütfen çocuklarınızdan ve tüm edebiyat severlerden uzakta saklayınız. Sakın evde denemeyiniz. Teşekkürler, saygılar.

İSYAN VAR

Bu kaçıncı word dosyası bilmiyorum. Bir öykü, üç kelime, ve hayal gücü bir insanı daha ne kadar zorlar onu da bilmiyorum. Düşünmeyi, hesaplamayı, kafamda kurduklarımı kelimelere dökmeyi, bir hikâyeyi hece hece örüp sonra bütün o örgüyü çöpe atmayı nihayet bıraktım. Vazgeçtim. Şimdi hepsi özgür; tüm kelimeler, cümleler, karakterler, tipler, diyaloglar... Bıraktım artık hepsinin yakasını, ne halleri varsa görsünler. Karşılarına çıkabilecek en etkili sonu bahşediyorum onlara; yani özgürlüğü.

Benim öykülerimde kendini bulamayan, itiraz eden ve sürekli beynimi kemiren o insanlar, evet, artık hepsi özgürler. Bundan sonraki hayatlarını yarım kalmış karakterler mahzeninde, birbirlerine bitmeyen hikâyelerini anlatarak geçirebilirler. Ya da yeni denizlere yelken açabilirler, dünyayı keşfederler belki. Belki de durdukları yerde çürümeyi seçerler. Keyifleri bilir, ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini ne kadar özel görüyorlarsa öyle davransınlar, isterlerse çıksınlar edebiyat evreninden ve gelip gerçek dünyanın kalabalığına karışsınlar. Kimin umrunda? Bunun için isyan etmediler mi zaten? Madem öyle, ben de rest çekiyorum, kapatıyorum bilgisayarı, isyanlarına isyan ediyorum, artık yokum, her biri kendi hikâyesinin sonunu kendi yazabilir.

Sandalyeden kalkıp dört adım atıyorum. Pencereyi açıyorum; dışarıda parlayan bir güneş, pofuduk bulutlar, göğe uzanan ağaçlar, hafif esen rüzgâr, bahçedeki hamak, kaçırdığım onca bahar, orasından burasından tutup betimleyeceğim diye doyasıya bakamadığım gökyüzü… Pencereyi açıyorum, al işte hepsi karşımda; kaçırılmış fırsatlar, otobüsler, işler, sevgililer, dostlar… Kaçırılmış bir dünya, karşımda işte. Eski ben olsa şu anımdan bile; bezgin, depresif bir karakter üretip anlatacak saçmalıklar bulurdu. Hatta eski ben olsa şimdiye üçüncü paragrafı yazıyordu. Eski ben… Onu az önce, daha saniyeler öncesinde, bir yerlerde özgür bıraktım. Bu yüzden o yok, artık ben varım. Ve yeni ben, şu an sadece gözlerini kapatıp dünyanın kokusunu içine çekmek istiyor; benzin kokusunu, çöp tenekesinden yayılan notaları, araya girmeye çalışan kiraz çiçeğini, kesilen çamı ve kelimelerin arasında bulamadığı tüm bu gerçekliğin kokusunu solumak istiyor. Kapatıyorum gözlerimi. Romantik düşlerden ve cümlelerden uzak bir dünyanın hayali tutuyor elimden. Ellerim, pencere pervazında. Kuş sesleri, kornalar, bağıran amcalar giriyor kulağımdan içeri. Rrrrrrrrrrrrrrrrrrr, rrrrrrrrrrrrrr, rrrrrrrrrrrr… Yine mi motorlu testere sesi? Ah yine mi? Bunu her gün yapmak zorunda mısın sevgili marangoz komşum? Rrrrrrrrrr, rrrrrr, rrrr. Ya da yap, kes kesebildiğin kadar odunları. Ve sabrımı, yont yontabildiğin kadar. Bugün sana olan sinirimi bile azat ettim, artık odaklanmam gereken bir işim yok. Yani sen de özgürsün çok sevgili komşum, ve motorlu testeren de özgür.

Balıkçı amca da özgür, geçenlerde hapse giren Leonardo da şu an özgür. Karşıdaki yolda yürüyen bir kız var, o hepimizden de özgür görünüyor. Lüle lüle sarı saçları, on altıncı yüzyıldan kalma elbisesi, elinde kırmızı elmaları ve garip bakışlarıyla kaldırımda yürüyor. Bir dakika! Aklımı kaçırmış olsam o kızın Lena olduğunu söylerdim. Yok artık, o olamaz değil mi? Hadi canım! Gökten iki tane erkek çocuğu mu düştü, ben mi yanlış gördüm? Gerçekten mi? Kızla selamlaşıyorlar, bunlar Ranier ve Gambia mı yoksa? Aaa Nick de arkalarından geliyor. Nasıl olur? Burada, gündüz vakti, bizim mahallede ne işi var bunların? Bahçemde de hareketlilik var, hamakta biri beliriyor, elinde portakal var, o sırada gökten bir böcek düşüyor, hayır gökten böcek yağıyor, testerenin sesi yükseliyor, ağacın altında biri yüzüstü uzanıyor, yerdeki adamın kurşun yaralarından kan akıyor, tanıdım, İsmail bu, bizim İsmail, bahçe kapısında polis aracı var, Savcı Hanım da arabadan iniyor, hava aniden kararıyor, sonra açıyor, Ayşen elinde çuvalla kiraz ağacından iniyor. Hayretler içerisindeyim. Karabasan, sanki karabasan basıyor, bir şey gelip üstüme çöküyor. Sahi, tüm bunlar oluyorsa dünya nasıl hâlâ dönüyor? Ya da ben farkında değilim, galiba aklım, aklım kanatlandı uçuyor.

Önce gözlerimi kapatıyorum, sonra pencereyi. Ellerim titriyor, parmaklarımda gezinen böcekler yere düşüyor, ben de düşüyorum. Halının üstünde çömelip derin bir nefes alıyorum. Derin bir nefes, bir nefes daha… Bunların hiçbiri gerçek değil, ben aklımı kaçırmadım ve o insanlar yoklar, tabii ki yoklar. Onlar bu dünyaya ait değiller, isteseler de benim hikâyelerimden çıkamazlar, bu mümkün değil, ya da mümkün mü? Aslında izin verdim, kapıyı aralık bıraktım, nereye giderseniz gidin dedim. Ve onlar da gelip beni mi buldular yani, öyle mi? Daha neler, hepsi mecazdı. Sadece onları içimde taşımaktan yorulmuştum, hiçbir yere varmayan öykülerini peşim sıra sürüklemekten yorulmuştum, tembelliklerinden ve her şeyi benden beklemelerinden bunalmıştım. Gitmek istiyorlar sandım, ve özgür bıraktım onları. Ama gelip beni bulsunlar diye değil, aksine yalnız kalmak için istedim bunu. Gökten böcek yağsın diye değil, kafamdaki tüm böceklerden kurtulmak için istedim. Fakat burada olmaları mümkün değil, bu gerçek olamaz, saçmalıyorum, karakterler öyle salınarak dünyada gezemezler. Gözlerimi açacağım ve hepsi gitmiş olacak.

Gözlerimi açıyorum, her şey normal görünüyor. Odada her şey yerli yerinde, masadaki çay bardağı duruyor, bilgisayar kapalı, şarj aletini aldığım çekmece hâlâ açık, yatak örtüsü bozulmamış, gece çökmemiş, arkamdaki pencereden içeriye ışık giriyor. İçinde bulduğum oda ısrarla; her şey hatırladığın gibi gayet normal, diyor. Üstümden koca bir endişe kalkıyor. Rahatlıyorum. Halıda böcek var, bu sadece tesadüf. Ayağa kalkıyorum, camdan bakıyorum, böcek yağmuru dinmiş, pardon, demek ki hiç olmamış.

Pencereyi aralıyorum. Aşağıya göz atıyorum. Hayır! Olamaz! Hacer hâlâ hamakta, çimlerdeyse bir sürü böcek yığını var. İsmail yok ama onun yerinde de ufak bir kan gölü kalmış. Çeşmenin yanında kitap okuyan biri var, Veysel bu. Odaya motorlu testere sesi doluyor yine. Radyoda Barış Manço şarkısı var. Hangi radyoda? Kirpi Necmi, elinde ustura ile yürüyor sokakta, hem de bizim sokakta. Çocuklar top oynuyor, Metin balkondan onları izliyor, bizim balkondan, Ethel hala karşıdaki apartmanın girişinde muz yiyor. Bir fil, kiraz ağacının yapraklarını kemiriyor. Allah'ım bana ne oluyor? Ya da şu an dünyada neler oluyor? Raskolnikov da mı sokaklarda? Anna Karenina, Don Quijote… Yoksa o böceklerden biri Gregor Samsa mıydı?

İnsan delirmekten nasıl kurtulur? Buradan nasıl kurtulurum? Gitmeli miyim? Belki de. Kaçmalıyım. Bu odadan, evden, mahalleden, ezbere bildiğim sokakları tüketerek kaçmalıyım bu şehirden. Adımlarım, sahile kadar kaç kilometre yürür bilmiyorum; gemi, istediğim limana kaç mil sonra varır? Ya da o gemide bana yer var mıdır? Ya da bir gemi var mıdır? Onu da bilmiyorum. Tek bildiğim; kaçmalıyım, kendi karakterlerimden köşe bucak kaçmalıyım. Kapıya koşuyorum. Açıyorum. Hacer! Karşımda. "İki kilo portakal ister misin?" Diye soruyor. "Hayır istemiyorum, git buradan." Kapıyı yüzüne kapatıyorum. Kapı deliğinden Hacer'i izliyorum. Gittiğini görür görmez tekrar açıyorum ki… Şira! Solgun suratıyla fersiz gözleriyle bana dik dik bakıyor, boynunda hâlâ o iz var. "Neden bana intihar yazdın?" Diye bağırıyor. Korkuyorum ondan. İnsan kendi yazdığı sondan korkar mı? "Çünkü öyle olması gerekiyordu," diyorum ve tekrar kapıyı kapatıyorum. Şira da gidiyor. Arada bir açmaya yeltensem de elim kapıya her gittiğinde, başka bir karakterin karşıma çıkmasından çekinip vazgeçiyorum onu aralamaktan. Olduğum yerde, öylece duruyorum. Tüm korkularım bir kapının ardında.

Oysa karakterlerim, kelimelerin içinde yaşarken bu kadar korkutucu değildiler. Ayaklanıp dillenip karşıma çıkana kadar aslında içten içe seviyordum hepsini. Ama şimdi, uyanamadığım bir kabusun içinde gardiyanlık yapıyorlar bana. Uyanamıyorum. Ve nasıl uyanacağımı bilmediğim bir kabusta sıkışıp kalmak, ait olmadığım bir dünyada hapsolmak gibi. İstenmeyen bir öykünün karakteri olmak gibi. Aslında… Tıpkı onlardan biri olmak gibi. Ama onlar kaçabildi, hem de bazıları fantastik, ejderhalı öykülerden kaçıp geldiler buraya. O zaman ben de gidebilirim. Ama nasıl?

Son bir cesaret, kapının kulpuna asılıyorum. Karşıma kim çıkarsa çıksın bu sefer durmayacağım. Yürüyüp gideceğim, bu evi, bilgisayarımı, öykülerimi ve tüm karakterlerimi ardımda bırakacağım. Kendi hikayemin sayfalarını yırtıp çıkacağım bu öyküden. Kapıyı aralıyorum. Dizlerime bir değnek değiyor. Karşımda siyah güneş gözlüklü bir kız... Kim bu? Bir elinde motorlu testere var, diğer elindeyse değnek. Galiba komşunun kızı. Çok garip, hiçbir şey söylemeden ellerindekileri yere bırakıyor. Havada gezdirdiği parmakları beni buluyor, yüzümü avuçlarının içine alıyor. Burnuma, gözlerime dokunuyor. Ve aniden kahkahalar atıyor. "Sensin, sensin," diyor, gülüyor. "Sonunda buldum seni."

Beni neden arıyordu ki? Neden bu kadar sevindi ki? Şaşırıyorum ama o benim şaşkınlığımı görmüyor gibi. "Çekil, gitmem lazım," diyorum. "Hiçbir yere gidemezsin. Hiç değilse benim hikâyemi bitir," diyor. "İyi ama hangi hikayeyi?" "Ben henüz Braille alfabesini bilmiyorum. Kendi hikayemin sonunu kendim yazamam. Hiç değilse bana alfabeyi öğret, öyle git." "Ama şu an vaktim yok," diyorum. Kız bunun karşılığında yerdeki testereyi alıp yüzüme doğru tutuyor. Tehditkar bir şekilde: "Emin misin?" Diye soruyor.

Şimdi hatırlıyorum. Karşımdakinin kim olduğunu hatırlıyorum. Kıza bekle diyorum ve kapıyı kapatıp odama koşuyorum. Masanın başına oturuyorum. Yarım kalmış word dosyalarının ilkini açıyorum. Tek bir paragraf var.