Dört Mevsim

Tuğçe Asiye Ballı

Not: Ek zorluk kullanılmıştır.

Dört Mevsim

Sesler duyuyorum. Duymak güzel. Dedem sobaya odun atıyor. Gül, şarkı söylüyor. Karşı evin bahçesindeki köpek havlıyor. En ince ayrıntısına kadar duyuyorum. Bu güzel. Korna sesi kötü mesela. Annemin sesi nasıldı, diye düşünüyorum. Suyun şırıl şırıl akışı gibiydi bence. Yüzüm nasıl şu an? Unuttuğu bir şeye özlem duyan bir yüz nasılsa öyledir herhalde, bilmem. Kardeşim gibi ben de aynaya bakıp rol yapmak istiyorum. Yüzümü şekilden şekle sokabilirim, zor değildir ama nasıl olduğunu görmeyince anlamı olmuyor. “Neden öyle bakıyorsun, öyle bakma Caner.” dediklerinde anlıyorum o ifadenin bana yakışmadığını. Siz niye başkalarına göre yaşıyorsunuz benim gibi mecbur olmadığınız hâlde?

“Abi dinle bak, şimdi resimleri çok satan bir ressamı oynayacağım. Hoş geldiniz efendim. Bu özel günde beni yalnız bırakmadığınız için çok teşekkür ederim. Sizleri, bu yıl yaptığım 350 resimle karşılıyorum.” Çok gevezedir. Doğru düzgün kitap okumaz, nereden öğreniyor bunları anlamıyorum. Bir keresinde yan komşunun kapısının önünden topuklu terlikleri almış; geziniyor, manken taklidi yapıyordu. Bence bir sakıncası yoktu, eğleniyordu ama babam o hâlini görünce öyle hiddetle bağırmıştı ki Gül saatlerce ağlamıştı. Annemin makyaj malzemelerini bulmuş. Malzemelerin atılmamış olması, Gül’ün boyanmasından daha ilginçti benim için. Evde anneme ait bir şey kalmadı sanıyordum. Babam, annemin ölümüyle öyle baş ediyormuş, dedemin dediğine göre. Bence baş edemiyor. Gül doğduktan sonra hastalandı ama bu durum Gül’e öfke duymasına sebep olmadı. Anneme çok benziyormuş, belki de ondan.

Korkusuzca yazıyorum. Ne dedem okuyabilir ne de babam. Bu rahatlatıcı. Bir tek Gül meraklı Braille alfabesine. O da okuyana kadar yakalarım herhalde. Yaygaracıdır, belli eder.

***

Ellerim ağrıdı. Dinlenip geldim. Kardeşim sayfalarca ödev yapıyor ancak o zaman ağrıyor. Acaba çok mu bastırıyorum? Kabartma kalemi zaten kâğıdı rahatça deliyor. Neden böyle yapıyorum? “Öfkeyle yazmamalısın.” diyordu sınıf öğretmenim. Öfkeyle yazmadığımı düşünüyordum. Sanırım haklı. Bu kadar bastırmanın başka açıklaması olamaz.

Aslında mutlu bir çocuktum. Kuş sesine, çiçek kokusuna, tırtıklı bir yüzeyin dokusuna heyecanlanırdım. Geniş bir ağacın gövdesine sarılmaya çalışırken kahkahalar atardım. Terliklerimi çıkarıp çimenlerde koşmaya bayılırdım. Dedemin gömleğine asılıp trencilik oynamak, mahallenin aşağısındaki küçük tepeden yuvarlanmak, körebe olmak en sevdiğim şeylerdi. Bir şey oldu. Bir şeyler değişti. Babam bana yük gibi davranır oldu. Yediğime de laf etti, yemediğime de. Oturdum kızdı, yürürken söylendi. Tökezledim bağırdı: “Dikkat etsene! O baston niye var?” O baston niye var baba? Sonra dedem sık sık gözyaşı döker oldu. Gül, babamın sözlerini duydukça kapıları çarptı. Ben de duydum ama unuttum. Unuttum herhalde. Unutmuş olmalıyım.

Babam okumamı istemedi. İlkokula bir yıl geç yazdırdı. O da dedemin ısrarıyla. Kendisi inşaatta ustabaşı. İş öğrensin, diyordu. Ortaokula başlamam sorun olmuştu sonra. Dedem de Gül de yalvardı babama benim için. “Okuma yazma öğrendi ne istiyor, sanki doktor mu olacak?” diyordu babam. Dedem önüne durdu her defasında. Ben okudum. Ağlaya ağlaya da olsa okudum.

“Şimdiye kadar sustum ama liseyi boşuna okutmam, gidecek çalışacak.” dedi. Susmuş babam, öyle dedi. Ağustos ayıydı. İş yaptığı bir marangozla konuşmuş, yanında başlayacakmışım. Çok para veremezmiş ama eğer çalışkan olursam gittikçe artırırmış, bol gönüllü bir adammış.

Babam haklı çıktı. Usta, pek para veremedi başlarda ama çalıştıkça artırdı. İlk gün atölyeyi gezdirmiş, her bir şeyi sabırla anlatmıştı. Birkaç ahşap türünü tanıtmıştı. Sunta, MDF, masif… Sonra küçük bir testere vermişti elime. “Korkma sakın. Sadece nasıl tutuyorsun diye bakacağım. Yanındayım.” demişti. Korkmamıştım. Dedem, Gül ve Ali Usta sözlerini tuttu. Onlar yanımdayken düşsem de bir yerime bir şey olsa da korkmuyorum. Babam hiç söz vermedi, ben de onun yanındayken hep korktum, hep de düştüm.

Nasıl oluyor da her cümle babamla başlıyor, babamla bitiyor... Usta, elime testere verdi diyordum. Pek kalın olmayan bir tahta kestirmişti. “Ellerin büyük, parmakların uzun rahat kavradın.” demişti. Kestikten sonra şaşırmıştı: “Vaaay yetenek var sende, dümdüz kestin aferin yakışıklı.” İlk kez o hitap etmişti bana öyle. Dedem de iltifat eder ama inanmam, moral için söylüyor diye düşünürüm hep.

Güzel bir gün geçirmiştim ilk gün atölyede. Müzik öğretmenimin ellerimi sanata yakıştırmasıyla Ali Usta’nın parmakların uzun demesi aklımda çarpışıp durmuştu. Her şeyi dokunarak gören birinin elleri büyür tabii, bunda sanatsallık nerede? Müziğe çok ilgi duyuyordum ama görebilseydim çizmeyi seçerdim gibi geliyor. Bu, imkânsıza olan heves mi acaba? Sanki iki şık verilmiş gibi değil mi? Daima seçim yapmamız istenir ya bizden, şimdiden kabullenmişim. Mahalledeki lisede müzik odası varmış, müzik öğretmenim söylemişti ve “Sen hele liseye başla, orada çalıştırmak için izin alırım, boş vakitlerimde gelirim.” demişti. Kulağım varmış, flüt çalarken verdiği notaları bir kerede çıkartıyormuşum. Söyleneni yapıyorum gibi geliyordu bana daha çok.

Dedeme bile söylemedim bunu. Ne yapsın adamcağız… Yeterince karşı durdu zaten babama. Dört aydır marangoz çırağıyım, bir şey yapabildi mi?

***

Dedem geldi biraz önce, yemeğe çağırdı. Çağırmasaydı da bugünlük yazacak bir şeyim kalmamıştı. Patates közlemiş. İştahım yok haftalardır. Beni ikna etmek için ne de güzel bahaneler bulmuş duysanız. “Caner çok zayıfladı diyorlar. Beslemiyor musun yavrucağı, bir deri bir kemik kaldı diyorlar. Kilo alman lazım yavrum. Mahallede adım çıktı, kendi yiyip şişen, torunlarına vermeyen adama. Üzme beni, kurtar bu durumdan haydi evladım.” Gülümsedim. Gidip bir patates yedim. Zayıfladığımın farkındayım, belime bağcık bağlıyorum ne zamandır. Yanaklarım da eskisi gibi değil, sabahları yüzümü yıkarken yumuşak bir tahtayı ovalıyor gibiyim. Ne önemi var anlamıyorum. Ruhu sağlıklı olmayan insanın bedeni ideal kilosunda olsa ne olacak? Ne kadar çok soru soruyorum değil mi? Size daha yarısını bile söylemedim.

***

Dün akşam bunca zaman nasıl yaşadığımı düşündüm. Mutlu çocukluğumun içinde gözyaşlarımı yastığıma sıvazladığım günleri hatırladım. Çok istedim ölmeyi. Korkuyordum dedemi üzmekten. Bir de cehennem vardı. Allah’ın sevgisinden sonsuza dek mahrum olmak... Bu düşünceler olmasa kaç kez hayatıma son vermeye kalkardım, diye sordum kendime. Bulamadım.

Sanki düşüncelerimi yok etmek ister gibi bir şey oldu bu sabah. Müzik öğretmenim atölyeye geldi. Önce parfümünü duydum sonra o narin sesini. “Caner!” Derinlerden gelen bir sesti. Usta, kesme makinesinin şalterini indirmese acaba yanlış mı duydum, derdim.

“Caner! Nasılsın?” Benim cevabımı beklemeden Usta’ya döndü: “Merhaba, ben Caner’in müzik öğretmeniyim de sizinle konuşmaya gelmiştim vaktiniz varsa.”

“Hoş geldiniz.” dedik ikimiz aynı anda. Ben üzerimi silkeledim. Belki Usta da…

“Bir çay koysun Caner bize, oturalım hocam.”

Öğretmenime fincan aradım, buldum. Çayları koydum, masaya getirdim hemen. Onlar az da olsa giriş yapmıştı konuya. Beni her gün bir saat çalıştırmak istiyormuş. Lisedeki müdürle konuşmuş. Okula gidip atölyeye dönmem de yarım saati geçermiş, toplam iki saat izin istiyormuş. “Yarım saat erken gelse yarım saat geç çıksa.” diye ekledi öğretmenim. Usta’nın tepkisini bilmiyordum ama olumlu olsa öğretmenim devam etmezdi. “Öğle tatiline de çıkmıyor bildiğim kadarıyla. Hadi, olur deyin.”

Usta: “Peki ya babası, o ne diyecek bu işe?” diye sordu. Ben de aynı şeyi düşünüyordum.

“Ondan gizli olmalı. Caner’in babası çok aksi biri farkındayım. Hem Gül’ün öğretmeniyim hem de Caner’in. Tanıyorum. Asla izin vermez. Önce haftada üç gün yaparız. Baktık iyi gidiyor beş güne çıkartırız. Ben Caner’in başarılı olacağına eminim. Lütfen siz de destek olun.”

“Babası bana emanet etti Hoca Hanım. Hem dediğiniz gibi huysuzun teki.”

“Bakın şöyle yapalım, yakalanırsak Caner’in izin aldığını, nereye gittiğini bilmediğinizi söylersiniz.”

Bu fikri beğenmiştik. Kabul ettik.

Öğretmenimle hemen bugün ilk dersimizi yapalım diye anlaştık. Öğle tatiline denk getirelim, dedik.

Öğlen olunca hemen işi bıraktım. Ağzıma bir lokma bile atmadan yola koyuldum. Usta bir şeyler yiyeyim istedi ama heyecanlıydım. Çok çabuk vardım. Kapıda beklemeye koyuldum. Ardımdan öğretmenim geldi. Benim o kadar hızlı gelmeme şaşırdı. Yaz boyu evden liseye kaç defa gidip geldim bilmiyor tabii. Ne hayaller kurmuştum. Aslında hayallere çok uzak olmadığımı düşündüm kapıya vardığımda. Babama rağmen hayata tutunabilirdim.

Müdürle tanıştım. Çok sıcakkanlı bir adam. Omzumu sıkıp: “Hoş geldin delikanlı, müzik odamızı istediğin zaman kullanabilirsin.” dedi. Böyle büyük laflardan hoşlanmaz babam. İstediğin zaman… Bu, çocuğu şımartır ona göre. Müdür bana ondan daha çok güveniyor demek, öğretmenim gibi… Biraz sohbet ettikten sonra müzik odasına geçtik. 15-20 dakika odayı ve müzik aletlerini tanımakla geçti. Bir an önce piyanoya dokunmak istiyordum. Sanırım öğretmenim bilerek en sona bırakmıştı. Oturdum. Parmaklarımı tuşlarda gezdirdim. Hayal ettiğimden daha güzel bir duyguydu. Tuşlar soğuktu. Yumuşakla sert arasındaydı. Kayganlıktan mı kaynaklanıyordu bilmiyorum.

“İlk hangi parçayı öğrenmek istersin?”

“Vivaldi ‘Dört Mevsim’ isterdim öğretmenim.”

“Aaa hatırlıyorsun demek?”

“Evet.”

“Size kısa versiyonunu dinletmiştim. Uzun hâlini dinledin mi? Senin telefonun, bilgisayarın yoktu değil mi?”

“Yok öğretmenim.”

“Peki öyleyse birlikte dinleriz.”

“Başlangıç için zor bir parça. Ama yine de birkaç hafta sonra deneriz. Bugün böyle geçsin.” Vivaldi’yi açıp telefonunu masaya bıraktı.

Dinlerken okulda hissettiğim şeyi hissetmiştim. Çocukluğumla başlıyordu parça, neşe içinde. Her şeyi kavramaya çalıştığım günleri anlatıyordu. Sonra yavaşlıyordu ritim. Annemin evimizden uğurlandığı, çaresiz kalıp ağladığım zamanlara denk geliyordu. Okula başladığım günler yaz bölümüydü. Arkadaşlarımın varlığı, öğretmenlerimin ilgisiyle huzurlu olduğum günler… Ortaokul bitince sonbahar başlıyordu, lise hayalleriyle umutlanıyordum. Sonra kış… Düşünüyorum da karamsar olmanın sırası değil. Şimdi bir yola girdim, her şeyi başa alabilirim.

***

Hep böyle mi olur? Karanlığın ardı aydınlık, aydınlığın ardı karanlık mı? Bunu hangi şarkının hangi bölümünde çalmıştır sanatçı? Belki de ben çalarım, ben söylerim.

Ellerimin mühim olduğunu söyledi Usta. Testere filan kullandırmıyor. Tutkallıyorum, çakıyorum ama hiçbir şey kesmiyorum. Babam geldi atölyeye bugün. Şüphelendi mi acaba diye çok tereddüt ettim ama bir şey söylemedi. Bir şeyler becerip becermediğimi görmeye gelmiş.

Usta: “Neredeyse altı ay olacak ancak mı geldin? Çocuk neler yapıyor neler…” dedi. Beni övmek istemişti. Olacakları nereden bilebilirdi…

Babam alay etti: “Ee hadi göster bakalım maharetlerini.”

Usta, babam gelmeden evvel motorlu testereyle kalas kesiyordu. Bense küçük bir masanın ayaklarını tutkallıyordum. Tutkallamayı bıraktım, öylece durdum.

Usta: “Yapıyor işte çocuk, karışma da izle.” dedi.

“O ne öyle, Gül de sürer tutkalı. Şu kalası kessin bakalım.”

“Yok, ben ona kalas kestirmiyorum.”

“Sen demedin mi geçen gün inşaata geldiğinde, görüyor gibi senin çocuk, demedin mi he?”

“Çattık ya!” dedi Usta “Gel buraya Caner.”

Gittim yanına. İnce bir tahta tutuşturdu elime.

“Onu ben de keserim.” dedi babam. Huzursuzluk çıkarmaya geldiği belliydi. Babalar evlatları övülünce mutlu olmaz mı, babam neden sinirleniyor?

Kalası aldım. Usta itiraz etti. Bu kadar korkmasını ben de anlayamamıştım. Belki de öğretmenim sıkı sıkı tembihlemişti.

“Ne oluyor be?” dedi babam.

“Kesmeyecek işte! Buranın ustası ben değil miyim, neyi istersem onu yapacak! Ben gelip senin işine karışıyor muyum?” Sesi çok yükselmişti Usta’mın. Bir ortamda biri bağıracaksa o babam olmalıydı. Tahammül edeceğini düşünmüyordum. Kalbim yerinden çıkacaktı.

“Ne bağırıyorsun lan! Çocuk mu var karşında!”

“Düzgün konuş Ahmet!” dedi Usta, sesini alçaltmıştı. Müdahale etmek istedim. Ağzımı açıyordum ama sesim çıkmıyordu. Ellerim titriyordu, kendimi bıraksam babamın ağzına sakız olacaktım. Masaya tutundum. “Us-us-ta.” dedim “İ—i-yi de-de-de-ği-lim.” Kekeliyordum.

“Tamam Caner, otur şuraya. Bir şey yok. Babanla arkadaşız biz, kavga etmeyiz merak etme.”

Oturdum. Su getirdi.

“Ba-ba-bam?”

“Çekti gitti rahatsız herif. Sen niye böyle heceleyerek konuşuyorsun bakayım? Bir cümle söyle bana.”

Söyleyemedim. Ne söylesem kesik kesik, hece hece söylüyorum. Dünden beri böyleyim. Ama şarkı söylerken kekelemedim bugün derste. Öğretmenim sesimi övüp durdu. Ayrıca şarkı söyleyebilmem sıkça karşılaşılan bir durummuş. Yeğeni kekemeymiş ve şarkı söyleyerek konuşuyormuş. Düzelip düzelmeyeceğimi sordum. Düzelecekmiş. Bekliyorum. Babam kekelediğimi bilmiyor. Yanında hiç konuşmadım. Bir bu eksikti, diyecektir. Belki filmlerdeki gibi bir gün keşfedilirim ve kekeme, kör bir sanatçı olurum. Belki de pişman olur, gurur duyar belli mi olur…