Acının Rengi

Nur Sena Tınmaz

Kelimeler, her şey kelimelerden ibaret dünyamda. İsimler var, her şeyin bir ismi var. Duyduklarımı unutmamaya çalışıyorum bu yüzden, yeni öğrendiğim kelimeleri geceleri yatmadan önce hep tekrar ediyorum. Önce hecelerine ayırıp sonra bütün bütün yutuyorum. Kelimelerim kadar büyüyor gövdem, genişliyor, kocaman oluyor. Bileklerimin inceliği gözüme batmaz oluyor bir süreliğine.

Ayşe'nin gözleri yeşilmiş, öyle diyorlar. Yeşil dünyanın en güzel rengidir, diyorum. Sen renk nedir bilemezsin, demiyorlar. Deseler onlara renkleri nasıl bilebildiğimi anlatırdım, hepsi de hayret ederdi ama anlatmıyorum. Çünkü beni kırmamak için titiz davranmaya çalışmaları kırıyor en çok kalbimi. Sormuyorlar merak ettikleri şeyleri bile, neden anlatayım onlara? Neyse, size anlatabilirim ama, ne diyordum. Dünyanın değilse de benim dünyamın en güzel rengi yeşildi. Adını duyunca -hayır, yeşilin değil Ayşe'nin adını duyunca- içimde ırmaklar coşuyor, dalgaların savurduğu bir geminin içindeki cılız bir çocuk gibi dengemi kaybediyorum, sonsuz kere düşüyorum kendi içimde. Mideme bir şeyler oluyor sonra. Gemi tuttu herhalde, diyorum. Kelimeler allak bullak oluyor kafamda, hece hece aklıma yapıştırmaya çalıştığım harflerin hepsi dağılıyor. Tek kelime bile toparlanıp çıkamıyor ağzımdan.

Kafamı yastığa koyuyorum. Ye-şil, ye-şil, ye… Yeşil duru bir renk olmalı, suya dokunmak gibi, rüzgarın yüzüme değmesi gibi, toprağa yalınayak basmak gibi bir renk olmalı. Böyle düşünürken ben de duruluyorum, uyku bastırıyor sonra. Bir kelimeye tutunarak uyumak, ellerimle gördüğüm rüyalarıma da iyi geliyor. Her şeyi ellerimle görüyorum, rüyalarımı bile. Dokunduğum nesnelerin zihnimdeki aksini size nasıl tarif edebilirim? Siz bana gördüğünüz renkleri anlatabilir misiniz, mesela yeşili biraz? Ama ellerimle görüyorum diyorum işte, bu kadarı yeterli bir tanım olsa gerek. Kelimeleri bile dokunarak okuyorum, harfler nokta nokta parmaklarıma değiyor ve zihnimde beliriyor suretler. Annemin yüzünü dokunarak biliyorum, evimizin şeklini dokunarak, eşyalarımı dokunarak, dünyayı dokunarak biliyorum yani. Ayşe'nin yüzünü.. dokunmadan.

Bugün yeni bir kelime öğrendim, daha önce hiç dokunmadığım bir nesne, kafamda bir şey canlanmıyor pek. Keskin bir şeymiş, ağaç kesmek için kullanılıyormuş, dişleri varmış. Dişleri ile ağacı ısırıp koparan bir canavar herhalde. Kendi elimi ağzıma sokup ısırıyorum, çok canım yanıyor. Koparana kadar ısıramam elimi. Acaba testere ağacı ısırınca ağacın da canı yanıyor mu böyle? Başımı yastığa koyuyorum. Tes-te-re, tes-te-re, tes-te… bu kelimeyi hiç sevmedim, inşallah bu gece kabus görmem. Bir kere dokunsaydım en azından böyle olmazdı, izin vermediler. Elimi ısırır diye mi korktular acaba, bilmediği şey daha çok korku veriyor insana ama onlar da bunu bilmiyorlar işte. Neyse, hele bir yarın olsun da gizli gizli bulup dokunayım şuna, bakayım nasıl bir şeye benziyormuş bu dişli canavar.

Sabah bir sesle uyandım, kuş cıvıltısı gibi neşeli bir ses. Ayşe'nin sesiydi bu. Annesiyle bize gelmişler, ablamlarla konuşuyor. Aslında Ayşe benimle akran ama aynı okula gitmiyoruz, onun gözleri çok güzel çünkü. Saçımı başımı düzeltip çıkıyorum yanlarına, "hoşgeldin" diyorum. Sesimi duyamadım, cevap da gelmedi, yine diyemedim demek ki. Bir daha deneyelim, hece hece düşün, tek seferde söyle, çok kolay. Hoş-gel-din, hoşş. Çok güzelsin Ayşe. Dikkatini dağıtma. Tekrar dene, hoş-gell. Artık demesen de olur, zaman aşımına uğradı hoşgeldin dileğin. Kalkıyorlar zaten. Bari güle güle diyebilsem. "Allaha ısmarladık Zeynep abla" diyor kuş sesiyle, benim tarafıma bakmıyor bile muhtemelen. Güle güle Ayşe, güle güle.

O gün testereye bakmayı unuttum, Ayşe gelince aklım başımdan gitmişti. Sonra testere kelimesini de unuttum, bir daha hiç tekrar etmedim çünkü, aklıma bile gelmedi. Ta ki geçen gün elim kesilene kadar, çok canım yandı, o kadar derin kesilmemesine rağmen çok fazla kanadı. Dikişlik bir durum yokmuş şükür, sargı beziyle sarıp yolladılar.

Kilo almıştım son zamanda, büyüyüp yağız bir delikanlı olmuştum. Çocukluğumdaki cılızlıktan eser kalmamıştı yani. Güçlenip kuvvetlenmiştim iyice. Mahalledekilerin arkamdan konuştuklarını duyardım bazen, hakkımda güzel şeyler söyleyip sonuna bir de "ama… keşke…" kabilinden şeyler ekleyip derlerdi diyeceklerini. Canları sağolsun.

O gün, yani elimin kesildiği gün, bodruma inmiştim el yordamıyla. Ağlayacak yer arıyordum, evde ağlayacak yer yoktu. Sesim duyulur, biri görür, neyin var diye sorar… Bodruma indim, bir köşeye sinip hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordum. Demek Ayşe evlenecekmiş ha! Bana varacak değildi ya! Kör olan bendim ama asıl o beni hiç görmedi. Oturmak için eğilip önce elimi yere koydum, tam gücümü elime vermiştim ki elime geçen üç dişle çığlığı basmam bir oldu. Ablam sesimi duyup koştu hemen, "karanlıkta ne arıyorsun burada" dedi, hemen pişman oldu sonra sorusuna. Karanlık mı? Farkında değilim ki. Koşarak yanıma gelip elime baktı. Tam elimle bastığım yerde testere varmış meğer. Bugüne nasipmiş, dedim içimden. Tes-te-re, hecelemeyi bırak artık şu kelimeleri. Hem ilk defa duymuyorsun bu kelimeyi. Neden sonra kafamı kaldırıp sordum ablamı hayrete düşüren o soruyu.

"Abla, testerenin rengi yeşil mi?"