Mağara

Büşra Baysal

Hiçlik hüküm sürüyor dünyama. Renklerin ve görüntülerin erişemediği bir hiçlik. Sanki gözümün önünde bir kalkan var, görüntüler ona çarpıyor ve bana hiç ulaşamadan geri dönüyor.

Soğuk betonda yatarken ısınmak için iyice büzüşüyorum. Üzerime örttüğüm kusmuk kokulu, ince battaniye bedenimi ısıtmaya yetmiyor. Bedenim ısınsa gönlüm ısınacak mı? Sanmıyorum. Rüzgârın sert ıslığını duyuyorum. Dişlerim birbirine çarpıyor, hummalı bir titremeye kapılıyorum. Çok uykum var, gözlerimi kapatıyorum. Sıcacık bir yerde olduğumu hayal ederek uykuya dalıyorum.

Bağırışlarla uyanıyorum. Halit abi ve Kazım'ın sesi. Halit abi, Kazım'a ağzına geleni söylüyor.

"Lan puşt, battaniyemi işe yaramaz âmâ için mi çaldın? Seni bir güzel benzetirim, anandan emdiğin süt burnundan gelir! Çok yüz verdim size. İki gün hasılatı fazla topladın diye ağa olduğunu mu zannettin! Buranın ağası da paşası da benim. Bir daha kimse benim malıma el süreyim demesin. Haa ben yaparım diyen varsa görür dünyanın kaç bucak olduğunu."

Bana doğru yaklaşan ayak sesleri duyuyorum, bu korkunç ve öfkeli ayak sesleri Halit abiye ait, bundan eminim. Yattığım yerden kalkmak istiyorum ama o anda pislik adam karnımı tekmelemeye başlıyor.

"Demek bir tane battaniyeyle yetinemiyorsun haa! Kalk çabuk, bir de öğleye kadar yatıyor şuna bak! Çabuk işinizin başına. Kazım itiyle sana iki gün yemek yok!"

Yerden güç bela kalkıyorum, Kazım'la birlikte Mağaradan dışarı çıkıyoruz. İkimizden de çıt çıkmıyor. Karaköy'den, Galata'ya kadar yürüyoruz. Buraların yollarını ezberlediğim için zorlanmıyorum. Zaten Kazım hep yanımda, o benim yerime de görüyor. Galata Kulesi'nin oraya gelince bir köşeye oturuyoruz. Burası kalabalık turisti, yerlisi hep burada. Hepsinin sesi farklı bir şey anlatıyor. Kimi yapmacık bir sesle sevgilisine övgüler yağdırıyor. Kimi karşısındaki kişiye bir şeyler anlatıyor, o kişiyi küçümsediği o kadar belli ki kibri âdeta sesinden akıyor. Kimi birine yürekten bir sesle onun için çok endişelendiğini söylüyor. Kazım benim daldığımı fark ediyor.

"Azcık yalvar be oğlum. Böyle put gibi durursan kim bize para verir. Zaten Halit pisliği canımızı okudu, para götürmezsek daha beter yapar bizi."

" Sağ ol Kazım."

"Ne yaptım ki Kara?

"Battaniyeyi ondan alıp benim üstüme örtmüşsün ya oğlum. Harbi insansın sen."

"Onlar bizim hakkımız Kara. Biz akşama kadar dileniyoruz, insanların tiksinen bakışlarına maruz kalıyoruz. O şerefsiz Mağaranın içinde kendine özel oda yapıyor. Çeşit çeşit yemek yiyor, yatakta uyuyor. Yünlü battaniyelerle örtünüyor. Bizse sersefil yaşıyoruz. Daha fazlasını da yapmak vardı da gücümüz yetmiyor ki!"

"Güzel mi lan odası?" diye soruyorum gülerek.

"Güzel tabii"

Sonra odanın içini anlatmaya başlıyor. Aynanın üzerindeki lekeleri bile anlatıyor. Kazım her gün, gördüklerini bana anlatıyor. Gökyüzünü, denizi, gemileri, insanları, Galata Kulesi'ni…

"Lan Kara yine lafa tuttun beni, kimse para bırakmamış."

İkimiz bir ağızdan papağan gibi tekrar ediyoruz: "Allah rızası için ekmek parası, ölmüşlerinizin yüzü suyu hürmetine bir ekmek parası."

Kutunun içine düşen madeni paraların seslerini duyuyorum. Paralar arttıkça düşen paralar daha çok ses çıkarıyor. Karnımızın gurultusu bir zaman sonra paraların sesini bastırıyor. Etraftan burnuma mis gibi yemek kokuları geliyor.

"Oğlum Kazım, ben çok acıktım. İki simit al bari."

"Valla ben de çok acıktım. Halit parayı az görürse küplere biner. Amann varsın binsin. Gel seninle ziyafet çekelim. "

Akşama başımıza gelecekleri bile bile dönerciye gidiyoruz. Kazım iki tavuk döner, iki de ayran söylüyor. Biraz sonra dönerlerin geleceği yerde garson gelip müşterilerin bizden rahatsız olduğunu, kafeden çıkmamız gerektiğini söylüyor. Kazım, baya sinirleniyor.

"Yemedik kafenizi!"

Ben de sessiz kalamıyorum: " Lan sizin kalbiniz körelmiş. Ben de kendime üzülürdüm hiçbir şey göremiyorum diye. Meğer benden daha kötüleri varmış."

Hevesimiz kursağımızda çıkıyoruz kafeden.

"Boş ver be Kara, şu köşedeki simitçiden iki simit alayım"

Kazım simit alıp geliyor, buruk bir şekilde yiyoruz simitlerimizi. Sonra Kazım neşeli bir sesle: "Galata Kulesi'ne çıkalım mı Kara?" diye soruyor.

"İyi de bizi kafeye bile almadılar, kuleye alırlar mı?"

"Şansımızı deneriz."

Kazım'la kuleye doğru yürüyoruz. Biraz sonra kolumdan tutuyor.

"Bekle oğlum sıra var. Sıraya girelim."

Sırada bekliyoruz, epey bir süre geçiyor. Kazım, beni kolumdan tutup çekiştiriyor.

"Kulenin içine girdik Kara. Sen burada bekle ben biletleri alıp geliyorum." Biraz sonra Kazım'ın ayak seslerini işitiyorum.

"İzin verdiler mi girmemize?"

"Tabii oğlum, insaflı çıktı bunlar."

Kazım, koluma giriyor, merdivenleri çıkıyoruz. "Geldik tepeye."

"Nasıl görünüyor etraf, güzel mi? Anlatsana"

"Güzel ne kelime oğlum. İstanbul ayaklarımızın altında. Denizin büyüklüğü daha da belli, ama gemiler küçülmüş.

Uzanınca bulutları tutacağım sanki. Martılar yanımızdan geçiyor. Duyuyor musun seslerini?"

Mutluluktan içim kıpır kıpır oluyor. Bir yandan da akşam olacakları düşünmeden edemiyorum.

**************

Harcadığımız parayı tekrar toplamak için her zamankinden birkaç saat fazla dışarıda kalıyoruz. Sonunda Kazım: "Yeter bu kadar hava da soğudu, Mağaraya dönelim diyor. Galata'dan, Karaköy'e doğru yürüyoruz. Karaköy'ün belalı sokaklarına yaklaştıkça kavga sesleri artıyor. Bir iki sokak daha geçiyoruz. Bu sefer sesler daha yakından geliyor. Kötülüğü sesinden belli olan bir adam, bağıra çağıra bir şeyler söylüyor: "Yirmi kilo mal vardı lan orda, nasıl hiç ettin hepsini!" Sen yirmi kilo malın parası eder misin? Bunların bir kilosu bile senden daha değerli! Kazım, sokağın başında duruyor. Kısık sesle: "Buradan geçmeyelim Kara. Adamların elinde elektrikli testere var. Bunlar Halit'ten de psikopatlar oğlum. Testereyi adamın boğazına dayamış. Bize neler yapar kim bilir!"

Tam gideceğimiz sırada elektrikli testerenin sesi geceyi hızla bölüyor. Değişik, boğuk bir ses duyuyorum.

"Kazım, adama ne yaptılar oğlum?"

Kazımdan ses gelmiyor, elimi uzatıp bedenini buluyorum, dürtüyorum.

Kazım kelimeleri heceleyerek konuşuyor. Sanki konuşmayı yeni öğreniyormuş gibi heceliyor.

"A-dam. Tes-te-re bo-ğaz a-dam"

Kazım'ı dürtüyorum. "Onlar bizi görmeden gidelim, hadi Kazım!"

Kazım aynı kelimeleri tekrar hecelemeye devam ediyor.

"A-dam. Tes-te-re bo-ğaz a-dam"

O sırada az önceki kötü adamın sesi duyuluyor: "Siz kimsiniz lan?"

"Sadık! Yakala şu salakları." Testerenin o dehşet veren sesi yine duyuluyor. Korkuyorum. Kazım kendine gelmiş olacak ki kolumu tutuyor ve koş diye bağırıyor. Kolumu bırakmıyor, birlikte koşuyoruz. Halit'in dayaklarından ölmedik ama bu adamların elektrikli testeresiyle öleceğiz diye düşünüyorum. Arkamızdaki elektrikli testerenin sesi hiç kesilmiyor. Belki kesildi ama ben hâlâ duyuyorum, emin olamıyorum. Ayağım bir şeye takılıyor, düşüyorum. Kazım da duruyor.

"Kalk Kara, geliyorlar." Gücüm yok, testerenin sesi gittikçe yaklaşıyor. Zorla ayağa kalkmaya çalışırken polis arabasının siren sesleri yankılanıyor.

"Aha polisler geliyor Kara, kurtulduk!"

Polis arabası geliyor ve yanımızda duruyor. Kazım bağırıyor. "Abi orada!" Polislerin koşma seslerini duyuyorum. Biraz sonra geri dönüyorlar. "Bırakın benii!" diye bağırıyor, peşimizden koşan adam.

Polislerden biri: "Komiserim, bundan başka kimse yok diğerleri kaçmış." diyor.

Bizi de karakola götürüyorlar. Önce Kazım'ın ifadesini alıyorlar, sonra benim. Duyduklarımı anlatıyorum. Bizi salıyorlar. Mağaraya döndüğümüzde Halit'ten de bir sürü küfür işitiyoruz. Başımıza gelenleri anlatıyoruz ama ne fayda. Halit'in dayaklarından kurtulamıyoruz. İçinde bulunduğum hiçlik giderek büyüyor. Gönlüm hep buz gibi bu dünyaya ısınamıyor.